
Bandırma’da tanıştığımız Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi Coğrafya Bölüm Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Arı’yla; dünden bugüne Manyas Gölü Kuşcenneti Milli Parkı’nın ekolojik önemi, 1980’lerden bu yana geri dönüşü olmayacak şekilde nasıl kirletildiği ve bu hasarın yöre insanına yansımaları üzerine konuştuk.
1993’ten beri sahada olan ve Manyas çevresinin korunması için çalışan Arı, milli parkla ilgili güncel bir konu olan Avrupa Diploması’ndaki son durumu da Gastro Eko’ya aktardı.
Söyleşi: Batuhan Sarıcan (info@gastroeko.com)
Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi Coğrafya Bölüm Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Arı, 1993’ten beri Manyas Gölü Kuşcenneti Milli Parkı üzerine çalışıyor.
Doğa korumanın kültürel, tarihi ve politik ekolojisini bütüncül bir bakış açısıyla ele alıyor.

- Yılmaz hocam, sizinle Bandırma’da tanıştığımız gün, Manyas Gölü Kuşcenneti Milli Parkı için AB’den bir heyet gelecekti. Öncelikle Avrupa Diploması’nın öneminden bahsedebilir misiniz?
- Avrupa Diploması, Avrupa Komisyonu tarafından “Avrupa doğasının biyoçeşitliliğini korumak” üzere Avrupa ölçeğinde öneme sahip ve iyi yönetilen doğal alanlara verilen bir diploma. Şu ana kadar Avrupa’da 23 ülkede 60 alana verilmiştir. Türkiye’de ise sadece Kuşcenneti Milli Parkı bu diplomaya sahip olabildi. Diploma ilk kez 1965 yılında verilmeye başladı ve bir alana verildikten sonra beş yıl aralıklarla alanın önemini koruyup, korumadığı ve iyi yönetilip yönetilmediği Avrupa Komisyonu uzmanlarınca değerlendiriliyor.
- Diploma konusunda son durum nedir?
- Kuşcenneti Milli Parkı için 2023 Ekim ayı başında Avrupa Komisyonu tarafından görevlendirilen biri Hollandalı, diğeri Slovakyalı iki uzman tarafından yerinde değerlendirme ziyareti yapıldı. Diplomayı askıya almaya sebep olabilecek herhangi bir ciddi olumsuzluk tespit edildiğine dair bir bildirim yapılmadı. Henüz resmi değerlendirme sonuçları ulaşmamış olsa da normal koşullarda diploma süresinin rutin olduğu üzere beş yıl daha uzatılması bekleniyor.
- İlk defa 1993 Baharı’nda gördüğünüzü söylediğiniz Kuşcenneti, geride bıraktığımız 30 yılı aşkın sürede nasıl bir değişim geçirdi? Bir bilim insanı olarak neler söylemek istersiniz?
- Günümüzde insanın doğal ortam üzerindeki etkileri oldukça fazla ve bu etkiler sürekli olarak doğal ortamın aleyhine oluyor. Manyas Gölü’nde de durum farklı değil. Özellikle 1990’larda göl su seviyesinin sürekli yüksek tutulması, milli park içerisindeki binlerce ağaç kökünün sürekli su içerisinde kalarak çürümesine neden oldu. Bir yandan su seviyesinin doğal seyrinden uzaklaştırılması, bir yandan da Bandırma tarafından gelen Sığırcık Deresi vasıtasıyla göle taşınan endüstriyel, evsel ve tarımsal atıklar, göl su kalitesini önemli ölçüde düşürüyor. Bu da göl çevresinde yaşayan insan toplulukları başta olmak üzere bütün flora ve faunayı olumsuz etkiliyor. Alanın uluslararası öneme sahip bir sulak alan olduğu ve önemli kuş göç yolları üzerinde bulunduğu da göz önünde tutulursa bu olumsuzlukların ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Diğer taraftan milli parkın iyi işleyen bir yönetim sistemi var ve hatta diyebilirim ki Türkiye’de 60 yıldır sürekliliği olan bu yönetim sisteminden dolayı burası, Türkiye’de en iyi yönetilen milli parktır.

- Peki bu süreçte sizin asıl uzmanlık alanınız olan insan topluluklarının gölle ilişkilerinde ne gibi değişiklikler oldu?
- Bu soruya çarpıcı bir tespitle yanıt vermek isterim. Bu gölün suyu 1980 yılına kadar içilebilir kalitedeydi ve çevresindeki yerleşmelerde oturan halk da buradan gerektiğinde içme suyunu alabiliyordu. Gölde su kalitesinin azalmasına bağlı olarak bu imkân ortadan kalktığı gibi, yöre halkının önemli geçim kaynağı olan kerevit ve yayın balığı avcılığı da sona erdi. Bu yöre halkı için çok büyük bir ekonomik kayıp anlamına geliyor. Ayrıca 1990’lı yıllara kadar göl sularının doğal salınımından dolayı göl çevresinde kayda değer tarımsal faaliyetler yapılabiliyordu. Coğrafi İşaretli Kazak Fasulyesi de bu topraklarda yetiştiriliyordu. Baraj, sedde ve regülatörler nedeniyle doğal su salınımı azalınca bu tarımsal faaliyetler de büyük ölçüde kesintiye uğradı. Bu da doğal olarak yöre halkını önemli derecede etkiledi.
- Bu arada bölgede yaşayan insanlar neyle geçiniyor? Balıkçılık nasıl bir önem taşıyor?
- Balıkçılıkla beraber tarımsal faaliyetler önemli geçim kaynağı. Ancak göldeki su kalitesinin azalmasına bağlı olarak balıkçılıktan üretilen gelir de azaldı. Tarım ise geçim tipi tarımdan ticari tarıma evrildi. Bu anlamda göl çevresinde, özellikle de güneyinde çeltik ekim alanlarının artması da bu eğilimin tipik bir göstergesi. Turizm ise milli parkta hiçbir zaman kayda değer gelir getirici bir faaliyet olmadı.
- Bölgede yaşayanlar, içinde yaşadıkları hassas çevreyle ilgili ne düşünüyorlar? İnsan-çevre ilişkilerindeki dengenin önemi adına farkındalık düzeyleri nedir?
- Göl çevresinde yaşayan yerel halk aslında ekosistemin değeri konusunda duyarsız değil. Ancak tarımsal gübreler ve ilaçlar yoluyla bazen farkında olmadan göle yapılan olumsuz etkiler körükleniyor. Ancak büyük sanayi tesislerinin olumsuz etkileriyle kıyaslandığında kendi etkilerinin ön plana çıkarılması onları şaşırtıyor. Onlara göre göldeki doğal dengeyi bozan asıl unsur Bandırma güneyinde ve Sığırcı Deresi boyunca kurulu olan sanayi tesisleridir.

- Kuşcenneti Milli Parkı’yla ilgili kitabınızda, “Manyas Gölü son 35-40 yıla kadar tamamen doğal bir ekosistemdi. Köy çevresinde yaşayan yerel halkın kısmi etkisi dışında doğal ekosistemi bozacak herhangi bir müdahale söz konusu değildi.” diyorsunuz. Peki 1980’lerdeki kırılma noktası ne oldu da göl ve çevresinde sorunlar söz konusu oldu?
- 1980’lerde Türkiye’deki neoliberal politikalar, dışa açılma, sanayi üretiminin teşvik edilmesi vs. gibi politikalar Bandırma çevresindeki sanayi tesislerinin sayısını hızla artırdı. Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin henüz olmadığı o yıllarda çevresel kaygılardan dolayı sanayi üretimini azaltmak, “hamalın boynuna kravat takmak” gibi algılandığı için sanayi üretimine öncelik verildi ve çevresel kaygılar geri plana itildi. Ekosistemin asıl bozulma nedeni de budur diye düşünüyorum.
- Bugün geldiğimiz noktada bölgede ne gibi ekolojik riskler söz konusu? Göldeki kirlilik ve su düzeyi açısından bugünkü durum ne? Kimler gölü ve çevresini kirletiyor?
- Göl su kalitesi halen önemli bir sorun olarak duruyor. Alınan bütün tedbirlere rağmen su kirliliği önlenebilmiş değil. Politik ekolojik perspektifle baktığımızda ekonomi, üretim modelleri, siyasal güç ilişkileri ve kanunları uygulama iradesi gibi faktörler nedeniyle bu sorun çözülemiyor.
- Alanda etkin denetim mekanizması var mı? Bu mekanizma yoksa da Manyas’ın koruma alanı olmasının bir anlamı var mı?
- Aslında denetim mekanizması var. Göle ve çevresindeki derelere verilen atık suların deşarjı konusunda Atık Su Kontrol Yönetmeliği’nde belirlenen seviyelere uyulması gerekiyor. Ancak yukarıda ifade edilen nedenlerle buna tam olarak uyulduğunu söyleyemiyoruz.
- Türkiye’de son on yıllarda sulak alanlarda kurumalar yaşanıyor. Aynı zamanda Akdeniz Bölgesi’nin “su fakiri” olma yolunda ilerlediğini biliyoruz. Söz konusu kuraklıklar, Manyas Gölü’ndeki doğal yaşam döngüsünü nasıl etkiliyor?
- Manyas Gölü uluslararası öneme sahip bir sulak alan aslında. Susuzluk ya da kuraklık ilk önce bu tür ekosistemleri etkiliyor. Sulak alanların hem çevresindeki insanlara hem de yaban hayatına sağladığı faydalar göz önüne alındığında kuraklığın buralar için önemli bir afete sebep olacağı görülecektir. O nedenle sulak alanları tehdit eden kirlilik, kurutma, su kaynaklarını kesme ya da çeşitli amaçlarla su alma gibi faaliyetlerin çok dikkatlice ve çevresel etkileri düşünülerek planlanması gerekiyor.
- Bu sorunun çözümü için neler yapılması gerektiğini düşünüyorsunuz? Devlet yeterli önlemleri alacak çalışmaları yapıyor mu?
- Devlet yeterli önlemleri alsa bile yine de sulak alanlara verilen zararları engellemek mümkün olmayabilir. O nedenle bir yandan devlet, bir yandan yerel halk, bir yandan Sivil Toplum Kuruluşları (STK) ortak akılla bu alanları yönetmeli ve zarar görmesini engellemeli. Bazen STK’ların rolü daha önemli bile olabiliyor.

- Bu noktada politik ekoloji ne anlam ifade ediyor? Bölgeye politik ekoloji açısından bakmak niçin önem taşıyor?
- Politik ekoloji bir yerdeki insan-çevre ilişkilerini anlamada, orada yaşamayan ancak orası için bir şekilde karar veren mekanizmaları anlamamızı sağlıyor. Örneğin Manyas Gölü’yle ilgili kararlar bazen Bursa’daki bölge müdürlükleri, bazen Ankara’daki bakanlıklar bazen de Avrupa Komisyonu’ndaki uzmanlar tarafından veriliyor olabilir. Bu karar mekanizmaları acaba o alanın ihtiyaçlarını ne kadar öncelemektedir? O alanın ihtiyaçları yerine kendi gündemlerini öncelemelerinin ekolojik, sosyal ve etik boyutu nedir? İşte bütün bunlardan dolayı hem olup bitenleri doğru anlamak hem de doğru yönlendirmek için politik ekolojik bakış açısına ihtiyaç duyarız.
- “Kalkınmanın itici gücü” olarak kabul gören neoliberal politikaların, ülkelerin kılcal damarlarına kadar işlediği ve doğal kaynakları da bir meta olarak gördüğü bir sistemde doğayı korumak nasıl bir bakış açısıyla mümkün?
- İnsan yaşamı doğaya ve doğal kaynaklara bağlıdır. Bunun temelde anlaşılması, sürdürülebilir bir toplumun inşasının anahtarıdır. Kaynakları hiç bitmeyecekmiş gibi kullanmak ekolojik felaketlere yol açacaktır. Oysaki şu an yaşayan insanların bütün kaynakları tüketme hakkı yoktur. Kaynakları kullanırken bizden sonraki nesillerin haklarını da düşünerek tüketmeliyiz. Eninde sonunda doğaya muhtacız ve doğayı ne kadar korur ve sonraki nesillere aktarırsak o kadar sürdürülebilir ve dirençli toplumlar inşa edebiliriz.

- Manyas Gölü eski haline getirilebilir mi? Hangi adımlar atılmalı?
- Gölde geri döndürülemez bazı adımlar atıldığı için tamamen eski haline döndürülemez. Ancak akıllı kullanım ilkeleriyle süründürülebilir bir ekosistem oluşturulabilir.
- İnsanlar dışında parkın ekolojik dengesini bozan istilacı türlerden de bahsedebilir misiniz?
- Bunun en tipik örneği göle 2000’li yılların başında girdiği tahmin edilen İsrail sazanı isimli bir balık türüdür. Çok hızlı üreyen ve yayılan bu tür, her türlü ekolojik ortamda yaşayabildiği için diğer türlere tehdit oluşturuyor.
- Bu türlerin yayılımına engel olmak için ne gibi çalışmalar yapılıyor?
- Su ürünleri şube müdürlüğünün bazı çalışmaları olduğunu biliyorum ancak ne kadar başarılı olunduğunu gösterecek verilere sahip değiliz maalesef.

- Kitabınızı ithaf ettiğiniz Prof. Dr. Hayati Doğanay’ın, öğrencilerini fırsat buldukça arazi çalışmalarına götürdüğünü, Kuşcenneti Milli Parkı’nı da ilk kez bu vesileyle gördüğünüzü söylüyorsunuz. Bugünkü çoğu öğretim görevlisi ise kampüsteki odaları ile amfiler/derslikler arasında mekik dokuyor. Sizce arazi çalışmaları niçin önem taşıyor? Arazi çalışmaları sizin akademik kariyerinizi nasıl etkiledi?
- Kitapta belirttiğim gibi belki de benim Manyas Gölü üzerine doktora tezi yazmama sebep olan olay, hocamızın bizi götürdüğü arazi çalışmasıdır. Klasik bir söz, “Coğrafyanın laboratuvarı arazidir,” der. Ayrıca başka bir hocamızın da veciz olmuş, “Coğrafya elle değil, ayakla yazılır,” sözü de bize arazi çalışmalarının önemini hatırlatıyor. Nasıl ki tıp ve mühendislik eğitimleri staj olmaksızın tamamlanmaz sayılırsa coğrafya eğitimi de arazi çalışması olmaksızın tamamlanmış sayılmaz. Hocaların derslikle amfiler arasında mekik dokuması çok daha büyük olduğuna inandığım yükseköğretimde kalite konusunu açar ki içinden çıkamayacağımız için burada hiç değinmek istemediğim bir konudur.
- ABD’de lisansüstü çalışmanızı yaparken, danışmanınız Prof. Dr. Ian R. Manners’ın size söylediği şu sözler epey ilgini çekti: “Suyunun tadını bilmediğin ve içinde yürümediğin bir gölle ilgili doktora yapamazsın.” Suyunun tadını bilmek ve taban yapısını çıplak ayakla deneyimlemenin önemi nedir?
- Akademik çalışmalar, hiçbir ayrıntıyı atlamadan, bilimsel bir metodolojiyle ve ciddiyetle yapılmalıdır. Aksi taktirde sonuçları tartışmalı olur.
- Son olarak; kitabınızda David Lea’nın 1967’deki şu sözlerinden alıntı yapıyorsunuz: “Kuşcenneti, Türkiye’de doğa korumaya ilgiyi teşvik etmede çok önemli bir role sahiptir. Ülkedeki ilk kuş rezervi olması ve görülebilecek kuşların muhteşem doğası nedeniyle bu rolü özellikle iyi bir şekilde yerine getirebilir.” Bugünden geriye baktığımızda, Kuşcenneti’nin Türkiye’de doğa korumaya ilgiyi teşvik etiğini söyleyebilir misiniz?
- Yapılan hatalara ve eksikliklere rağmen doğa koruma dendiğinde Türkiye’de ilk akla gelen yerlerden birisi Kuşcenneti Milli Parkı’dır. Her yıl alanı ziyaret eden binlerce öğrenci ve halkın yaban hayatı konusunda bilgilenmesine vesile olduğu muhakkaktır. Ancak turizmin hiçbir zaman istenen seviyeye geldiğini de söyleyemeyiz. Bölgede turizm, sadece ornitoloji üzerine odaklanmak yerine alanın doğal ve kültürel değerlerini bir bütün olarak görmeli ve planlamalar da buna göre yapılmalı. Alandaki faaliyetler de sadece biyolojik çeşitliliği değil, biyokültürel çeşitliliği koruma ve tanıtma üzerinde durmalıdır.
