
Bugün herkesin gözü kulağı Prof. Dr. Naci Görür’de. Herkes onu dinliyor, keşke hep böyle olsaydı… Çok değil, üç yıl geriye gidelim: Kahramanmaraş merkez üslü büyük bir depremin geleceğini, yer ve hatta beklenen minimum büyüklüğü de vererek bilimsel netlikle açıkça söylediği zaman da bu kadar dinleniyor olsaydı, belki de bugün daha farklı şeyleri konuşuyor olurduk.
Peki niçin bir bilim insanının uyarıları, felaket yaşanmadan önce dinlenmiyor ve önlem için gerekli adımlar atılmıyor? Üstüne üstlük ölüm fermanı gibi imar afları çıkıyor. Binlerce insanımızı göz göre göre, ağlaya ağlaya kaybediyoruz. Yasını tuttuğumuz kayıplar üzerine konuşacak belki hiçbir şey yok ama bazı şeyler hakkında konuşacak çok şey var.
Herkes -haklı olarak- İstanbul’u konuşurken biz Naci hocamızla, önce Ege’nin deprem jeolojisini ve ardından tüm Türkiye’yi ilgilendiren bir konu olarak deprem dirençli kentler ve deprem kültürü oluşturma meselesi üzerine konuştuk. Daha doğrusu o konuştu, biz dinledik, bilgilendik. Bunca yoğunluğu arasında Gastro Eko okurlarına vakit ayırdığı için kendisine teşekkür ederiz.
Söyleşi: Batuhan Sarıcan (info@gastroeko.com)
- Naci hocam, beklenen büyük İstanbul depremi çok konuşuluyor. Ben odağımızı biraz Ege’ye çevirmek istiyorum. Çünkü göz ardı edildiğini düşünüyorum. Mitolojik kökeni olan Helen isminin benim için güzel bir karşılığı var; 9 aylık kızımın ismi Helen. Öte yandan Ege’de büyük bir deprem ve ardından tsunami yaratabilecek büyük bir fay hattının da ismi Helen. “Helen Yayı” hakkında neler biliyoruz?
- Helen Yayı, Doğu Akdeniz’de; Girit ile Kıbrıs arasında uzanan, Afrika levhasının Anadolu levhasının altına daldığı bir yer. Burası bir dalma batma zonu. Dalma batma zonlarında genellikle derin ve büyük depremler olur. Derinde olduğu için de etkisi görece olarak azaltılmış olur ama yine de tarihte Girit çevresinde 7’nin üstünde depremler olmuştur. Helen Yayı’na bağlı olarak Anadolu’da yaşanan büyük deprem kayıtları ise fazla yok.
- Bu fay kırılırsa Türkiye’de nereleri etkileneceği düşünülüyor?
- Büyük deprem üretirse elbette ki Ege ve Akdeniz kıyılarımız bundan etkilenebilir. Zaten Kıbrıs’a yakın, güneyinden geçiyor. Kıbrıs’ı da etkiler. Helen Yayı’nın bugün dalma batmasına bağlı olarak da zaten Ege ile Muğla ve Antalya arasında sık sık depremler oluyor.
- Bildiğiniz üzere 6 Şubat’ta ilk olarak Arap levhası aşağıya doğru kaymış, 7,8’lik deprem olmuştu. Anadolu levhası da oluşan boşluğun kapatmak için batıya doğru kaymış ve 7,6’lık bir büyük deprem daha meydana gelmişti. Yani söz konusu levha hareketleri iki büyük depreme neden oldu. Helen Yayı dışında Ege’de büyük deprem potansiyeli taşıyan faylar da var; Seferihisar, Manisa ve Menemen gibi sayısı 10’u geçen kritik faylar söz konusu. Ege’de de mevzubahis faylardan bir tanesi büyük bir deprem yaratırsa, birkaç saat içinde gelen Kahramanmaraş depremlerine benzer bir ikinci büyük deprem tetiklemesi söz konusu olabilir mi?
- Şimdi Ege Bölgesi’ni düşündüğümüz zaman bu bölge, deprem açısından oldukça aktif bölgelerimizden biri. Özellikle Batı Anadolu’nun, Kuzey Anadolu Fayı ve Doğu Anadolu Fayı boyunca hareket etmesi sonucu, Batı Anadolu bölgemiz büyük bir gerilim altına giriyor. Bu gerilmeye bağlı olarak da burada graben yapıları meydana geliyor. Mesela bu bölgede Edremit grabeni ile Büyük ve Küçük Menderes grabeni gibi yapılar var. Bunların iki tarafı da doğu-batı yönünde uzanan çukurluklar ve normal atımlı faylarla çevrili. Aynı şekilde kuzey-güney gerilme nedeniyle Batı Anadolu’da doğrultu atımlı faylar da gözleniyor. Yani Türkiye’nin önemli bir deprem kuşağı da Ege Bölgesi’nde yer alıyor. Marmara’dan başlıyor, Akdeniz kıyılarına kadar devam ediyor. Bu tip graben yapılarının içinde de akarsular akıyor. Gediz ve Büyük Menderes Nehri gibi. Batı Anadolu, deprem açısından dünyanın en aktif bölgelerinden birisi. Dolayısıyla bu bölgelerde deprem sadece Helen-Kıbrıs Yayı’nın hareketine bağlı değil. Bu yayın deprem üretmesi esnasında Batı Anadolu da belli ölçüde etkilenir ama Helen Yayı harekete geçmese bile Batı Anadolu’daki graben yapılarındaki stres birikimi nedeniyle burası da başlı başına deprem yaratabilir.

- Marmara’nın sınır komşusu Kuzey Ege’yi de konuşmak isterim. Sözgelimi Ayvalık, Midilli, Edremit, Kaz Dağları ve Erdek civarında da kritik faylar var sanıyorum.
- Kaz Dağları, Edremit ve kuzeyi, Kuzey Anadolu Fayı’nın güney koluna bağlı olarak deprem tehdidi altında. Bu kol, Bolu taraflarında Kuzey Anadolu’nun Fayı’nın ana kolundan ayrılıyor; Marmara Denizi’nin güneyinden Bursa, Balıkesir’de Kapıdağ’dan Edremit Körfezi’ne kadar devam ediyor. Buradaki yöreler de deprem bölgeleridir diyebiliriz ama depreme neden olan kaynak daha çok Kuzey Anadolu Fayı’nın ana kolu. Yani İstanbul’da büyük deprem beklediğimiz, Kuzey Anadolu Fayı’nın Marmara Denizi’nin altına giren kuzey kolunun aktivitesi.
- Kıyı bölgelerini etkileyecek büyük deprem(ler), zeminin denize yakınlığı (kayganlığı) açısından daha tehlikelidir diyebilir miyiz?
- Zemin sadece kıyılarda değil her yerde dikkate alınması gereken bir unsur. Zemin sağlam değilse onun üzerinde yapılmış olan binaların ve altyapının depremde etkilenme olasılığı daha fazla oluyor. Sıvılaşmaya müsait bir zemin varsa da durum böyle. Yapılacak binaların deprem dirençli olup olmayışı konusuna özel itina göstermek gerekiyor. Deprem dalgaları çürük zeminde daha yavaş hareket ediyor ve zemini daha fazla etkiliyor. Sağlam bir zemin, çürük bir zemin kadar sallanmıyor ve etkilenmiyor. Dolayısıyla binaların sağlam zeminde ayakta kalma şansı daha fazla oluyor. Bununla birlikte zemin sağlam da olsa binaların Deprem Yönetmeliği’ne uygun şartlarda yapılması ve denetlenmesi lazım. Mühendislik hizmetine özen gösterilmesi; kaliteli ve doğru malzemenin kullanılması, zemin etütlerinin yapılmış olması hayati öneme sahip. Aksi halde yıkım daha fazla oluyor.
“İmar affı vermek iyilik değil.”
- Bu durumda devletin öncü ve yönlendirici olması, zorunlu kılması gereken hususlar olsa gerek. Ancak 1999 depremlerinden bu yana bir başka büyük depreme ne kadar hazırlık yapıldı bunun cevabı ortada. Peki depreme hazırlık konusunda vatandaş ne yapabilir?
- Depreme hazırlık noktasında en önemli olan, ülkeyi depreme gerçekten hazırlayan ve can kayıplarının azalmasına etki eden faktör yönetimdir. Merkezi ve yerel yönetim. Dolayısıyla deprem dirençli binaları tüm ülkeye yayan güç de devlet olmalıdır. Tabii bunun yanında vatandaşın da depreme karşı bilinçli ve bilgili olması, deprem kültürünün doğması lazım. Devlet önlem alırken; bazı şeylerin yapılması, bazılarının da yapılmaması gerektiğini söylerken, halkın da buna riayet etmesi, gözetim ve denetimi bizzat, kendi kültürü ve bilgisiyle yapmalı. Deprem kentinde yaşayan insanlar, devlet denetimi olmasa bile yanlış uygulamalar yapmamalı. Bu bir deprem kültürü meselesi. Ben zannetmiyorum ki Japonya’da bile sürekli yasa ve denetim dayatması olsun. Devlet sürekli denetim yapmasa bile Japon milleti, bunu deprem kültürü vasıtasıyla biliyor ve yanlış uygulamalar yapmıyordur. Bizde öyle mi? Polis zoru ve devlet baskısı olmasa bizde hiç düzgün yapı yapılmaz. Üç kat yerine beş kat yapıyor, öyle ya da böyle çıkmalar yapıyor. Daha ileri gitmiyorsa da devletin yasalarından çekindiği içindir. Bizim halkımız hükümet ve belediyeleri yanlış yapmaya göz yumsunlar diye zorluyor aslında. Nitekim bu imar afları… Deprem öncesinde deprem kentlerinde nerelerde imar afları yapıldığı söylenmişti. Bilmem kaç yüz bin bina… Bunlar ne oldu? İnsanlarımıza mezar oldu. İmar affı vermek iyilik değil. Devlet yanlış bir şeyi kabul ederse ne devlete inanç kalıyor ne de insanlar kendi can güvenliğini koruyabiliyor. Dolayısıyla halkın eğitimi, deprem kültürü ve bilinci çok önemli. Okullarda bu işin müfredata ciddi ciddi girmesi ve tatbikatların yapılması lazım.

- Yaşanan son felaketten ders çıkaracağımızı düşünüyor musunuz?
- Ben maalesef tarih tekerrür ediyor diye düşünüyorum. Çünkü o dönemde de “99 bir milattır,” diyorduk. Aradan yirmi üç sene geçti daha fazla insanımızı kaybettik. İki deprem olması veya büyüklüğünün biraz daha fazla olması buna bahane değil. Tek bir deprem bile olsaydı 1999’dan daha fazla kaybı yaşayacaktık. Bu depremin ardından yapılara, çevreye, kültür ve davranışa, halkın depreme tepkisine, yerel yönetimlerin hazırlık durumuna vs. baktığımız zaman hiç de ders aldığımızı sanmıyorum. Kaldı ki bu depremin geleceğini de yıllardır her fırsatta söyledim. Aniden gelip bizi şaşırtmadı, bekleniyordu. Bağıra bağıra geldi. Şimdi oradaki binaların durumuna, afet yönetimi ve acil müdahaleye hazırlık ile çadır durumuna baktığımızda görüyoruz ki hazırlık yapılmamış. 10 ilde halen çadır diye bağırıyoruz. O çadırlar, depremin geleceği belli olan, bilim insanları tarafından uyarılan yerlerde hazır tutulamaz mıydı? Kurtarma ekipleri ona göre güçlendirilemez miydi? Plan ve program yapılamaz mıydı? Yasalar çıktı, yönetmelikler çıktı. Ee hani oradaki yapılar şimdi ne halde? Deprem yönetmeliğine hazır bina ve depreme hazır kentler size bu manzarayı vermez. Yönetmeliklere uygun olarak yapılmış, iyi mühendislik hizmeti görmüş, zemin etüdü yapılmış ve kaliteli malzeme kullanılmış olsaydı, yapılar kırılır dökülürdü ama bugün toprak altında olan insanların çoğu oradan sağ çıkardı. Binalar sefer tası gibi çökmezdi. Depremi az hasarla atlatmış olurduk. Ne kadar insan binaların içinden sağ çıkıyorsa o kent o kadar depreme hazır demektir. 1999’dan sonra hiç hazırlık yapılmamış. Sadece 99 değil. O kadar çok büyük deprem var ki: 1939, 42, 43, 44, 57, 67 ve 99’da var. 2002, 10, 20’de de var ve şimdi 2023… İşte halimiz bu! On binlerce insanımız öldü. Hangi birinden ders almışız ki. Bu böyle gitmez. Bu ülke, bu şekilde, bu deprem coğrafyasında siyasi ve ekonomik devamlılığını koruyamaz. Aklını başına toplaması lazım. Biz şimdi doğruyu yapmazsak gelecek nesillere çok büyük problemler bırakırız. 150-200 sene sonrası bizi ilgilendirmiyor derseniz onu bilmiyorum. Millet olarak biz gelecek nesillerimize problem ihale eden bir nesil olmak istemiyoruz. Ben utanıyorum bundan, içime sindiremiyorum.
“Deprem partiler üstü bir durum. Vatandaş, ülkeyi depreme hazırlama noktasında yeterli plan ve programı olmayan partilere oy vermemeli.”
- Aslında bu dersi çıkaranın halk olup bunu bir reflekse ve kültüre dönüştürmesi, deprem dirençli kentleri yönetimden talep etmesi ve ona göre davranması daha etkili olur sanıyorum.
- O şart. Halkın denetimi çok önemli. Devletin de sahibi halktır. Hükümetin de gerçek efendisi halktır. Eğer halk hem iktidar hem de muhalefetteki siyasilerden kendi neslinin can güvenliğini ve depreme karşı oturdukları yerlerin deprem dirençli yerleşim alanlarına dönmesini talep etmezse o zaman siyasetçi de bu önlemleri almıyor. Bu iş biraz uzun soluklu bir iş. Aynı zamanda bu iş, yaparken de birçok insanı rahatsız edecek bir iş. Çünkü kazacaksın, dökeceksin, tekrar yapacaksın… Ancak halkın bunu kabul edip talep etmesi lazım. Eğer ki göçük altından evlatlarının, anne babalarının veya yakınlarının ölü bedenlerini çıkarmak istemiyorsa bunu talep edecek. Her seçimde bunu isteyecek. Bu riski ciddiye almayanı, deprem dirençli kentleri vadetmeyen ve uygulamayan siyasilerin arkasında durmayacak. Bunları nasıl yapacak? Oylarıyla, demokratik yolla yapacaklar. Ülkeyi depreme hazırlama noktasında yeterli plan ve programı olmayan partilere oy vermeyecekler. Unutulmamalı ki deprem partiler üstü bir şeydir. Senin hangi partiden olduğuna bakmaz. Eğer halk böyle olursa siyaset değişir, depremi gündemine alır ve önlemler alır. Güneş doğunca sabah olması kadar gerçek bir şey bu deprem. Yadsınamaz. Türkiye’de halkın bütün siyasileri bu çizgiye getirmesi lazım. Ancak bu şekilde bu ülke Japonya, Şili ve Meksika gibi deprem dirençli bir hale gelir.
- Japonya Aktif Fay Araştırmaları Derneği Başkanı Prof. Dr. Yasuhiro Suzuki’yle yaptığım söyleşide kendisi, “Deprem açısından çok tehlikeli bir yerde yaşamamalı ve kendi evinizi depreme karşı güçlendirmelisiniz,” demişti. Sizce “çok tehlikeli bir yerde yaşamamalı” derken ne demek istiyordu?
- Bence onun kastettiği şu; diyelim ki senin kentinin altından faylar geçiyor. Sen bilinçsiz olarak gidip o fayların üzerine altyapı ve bina yapıyorsun. Adam da “Mecbur değilsen orada değil, başka yerde yap,” diyor sanıyorum. Türkiye’de deprem açısından çok tehlikeli olan yerlerde yaşamama şansımız var. Biz bilinçsizce oraya yerleşiyoruz. Halbuki kent ve köylerimizi bu kadar tehlikeli yerlere değil, biraz daha uzağa yapmamız lazımdı. Biz şimdi rant uğruna tarım arazilerini; canım portakal bahçeleri veya pamuk sahaları gibi yerleri binalarla doldurduk. Mecbur muyduk? Hayır! Onun yerine yamaçlara ve dağlık bölgelere, yine detaylı çalışma yaparak daha sağlam yerlere yerleşebilirdik. Mesela Adana eskiden böyle değildi. 1960’larda gittiğimizde şahane iki katlı, turunç bahçeli evler vardı. Çukurova’da tarım yapılıyordu, zenginlik ve bereket vardı. Ne zaman ki betondan rant sağlama çılgınlığı ortaya çıktı, bütün bu bataklık yerlere, zemin etüdü bile yapılmadan fay hattı düşünülmeden binalar dikildi. Bu problemi kendimiz büyüttük. Japon arkadaşımız bunu kastediyor olmalı.
“Bu topraklarda bize şefkat ve insan sevgisi lazım.”
- Naci hocam, birçok sorumlu ve vicdanlı bilim insanı gibi siz de bunca yıldır halkı ve yetkilileri uyarıyorsunuz. Sizi en fazla kim dinliyor diye sorsak, muhtemelen vatandaşlar dinliyordur diyebiliriz herhalde. Hatta çoğu, belki sadece bu dönemde dinliyor. Ülkemizde bilimin önemsenmemesini ve bilim insanlarının kulak ardı edilmesini neye bağlıyorsunuz?
- Bizi kimse dinlemiyor. Felaket zamanında halkın dinlemesi, bir bakıma güzel ama korkudan gelen bir refleks aslında. Bunu da anlıyorum, insani bir durum. Bizim de görevlerimizden biri onları rahatlatmak ve bilgilendirebilmek. Fakat gerçekten “dinlemek”, biz bir şey söylediğimizde ona uymaktır. Bu anlamda bizi ne halk dinliyor ne de yönetim. Mesela ben Kahramanmaraş Depremi’nin geleceğini, 2020 yılında yer ve hatta minimum büyüklük de vererek çok net söylemiştim. Bugün depremden etkilenen halk, ben uyarıyı yaparken orada yaşıyordu. Yerel yönetimlerine gidip talepte bulunabilirlerdi. Bilim insanlarının uyarması üzerine oradaki halk, yerel yönetimlere hiç baskı uyguladı mı? Sen bilim insanı olarak ne söylersen söyle, halkın da umurunda değil. Ne zaman ki büyük bir darbe yiyince o zaman bilim insanlarına karşı geçici bir ilgi gösteriyorlar. Öte yandan yerel yönetimlerin de çıkıp “Ey ahali, bak bilim insanları bunu diyor. Biz de bu doğrultuda bazı şeyleri yıkıp yeniden yapacağız, vereceğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz,” dediğini duydun mu? Yok. Dolayısıyla bu ülkede biz büyük bir darbe yediğimiz zaman bir şeyler yapıyoruz. O geçince de unutuyoruz. Bu da afet kültürümüzün ve bilincimizin olmayışıyla ilgili. Bu ülkede çok güzel insanlarımız var. Her bakımdan memleketi seven insanlar bunlar. Ancak ülkede insanlar birbirlerine karşı duruş sergiliyor. Bu, deprem bölgesinde yaşayan bir millet olarak hiç istemediğimiz bir şey. Bu topraklarda bize şefkat ve insan sevgisi lazım. Devletin de bizi azarlayan, bağıran çağıran değil, bizi kucaklayan, bu zorluğu aşmak için kendi insanıyla kol kola giren, ulusal ve uluslararası finans kaynaklarını önümüze seren ve denetim ve şefkatini de esirgemeyen bir anlayış sergilemesi lazım. Ancak böyle kurtulabiliriz. Eğer yanlışlardan bahsediyorsak hepimizin bir yanlışı var. Kimimizin yanlışı daha az, kimimizinki çok fazla. Kimimizin hâkimin önüne oturacak kadar fazla kimimizin de vicdanen çekemeyeceği kadar… Sadece 8-10 müteahhidin hâkim karşısına oturmasıyla toplumsal vicdanın rahatlayacağını sanmıyorum. Suçluyu bu şekilde ortaya koyacaksak, bunu daha geniş kapsamlı olarak belli sıralarla yapmak lazım ki insanlar, kendi hata ve suçlarını kabul etmek zorunda olsun.

1966’da İTÜ Maden Fakültesi’ne giren Naci Görür, 1971’de Jeoloji Mühendisliği Bölümü’nden Yüksek Mühendis olarak mezun oldu. Doktorasını yapmak için gittiği London University, Imperial College, Royal School of Mines’da D.I.C. (Diploma of Imperial College), M.Phil. (Master of Philosophy) ve PhD (Doctor of Philosphy) derecelerini aldı. 1978’de Türkiye’ye dönerek İTÜ’de çalışmaya başladı; 1983’de doçent, 1989’da profesör oldu. Türkiye’nin sedimenter havzaları, tektoniği ve denizleri hakkında araştırmalar yapan Görür, özellikle 1999 depremlerinden sonra Marmara Denizi’nin deprem potansiyelinin açıklığa kavuşturulması için yoğun bir faaliyet gösterdi ve çok sayıda ulusal ve uluslar arası proje yürüttü. Şu anda Bilim Akademisi üyesi olarak çalışmalarına devam ediyor.
Uyarı: Söyleşideki herhangi bir kısmın kaynak gösterilmeden başka bir mecrada yer aldığı tespit edilirse, daha önce yapıldığı gibi yasal işlem başlatılır. Sitemizin ve söyleşiyi yapan Batuhan Sarıcan’ın ismini kaynak göstererek haber yapabilirsiniz.
BU SÖYLEŞİ DE İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR