
Ekonomik büyüme takıntısı sadece ekolojiye değil, ekonominin kendisine de zarar veriyor. COVID-19 salgınıyla birlikte bunun farkına iyice varan ekonomistler de günden güne daha bilinçli hale gelerek doğaya verdiğimiz zararın bize ekonomik zarar da verdiği konusunda hemfikir olmaya başladı.
COVID-19 salgınının yaralarını, 1,5 yıldır sarmaya çalışıyoruz. Dünyanın dört bir yanındaki hükümetler, COVID-19 aşı programlarını uygulamaya devam ederken ekonomilerini de hayata döndürmeye çalışıyor. Normalleşme yakın gibi görünüyor. Ancak bazı sorular göz ardı edilmemeli: Bu salgın nasıl başladı? Ve ölümcül salgınlar da dahil olmak üzere gelecekteki küresel risklere karşı ne kadar dirençliyiz?
Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) Acil Durumlar Programı Yönetici Direktörü Mike Ryan’ın açıkça belirttiği gibi COVID-19 “insan kaynaklı” bir acil durum. Ryan, şubat ayındaki hararetli konuşmasında, “Ekonomik büyümeyi çevresel ve sosyal sürdürülebilirliğin önüne koymaya devam ederek salgın hastalıkların yeşerdiği koşulları yaratıyor ve gelecek için büyük riskler alıyoruz,” ifadelerini kullanmıştı.
Geldiğimiz noktada insan uygarlığının gelişiminin, ekolojik sınırları zorladığını da görüyoruz. Uzmanlar, insanoğlunun doğaya yönelik artan müdahalesinin bir sonucu olarak zoonotik hastalıkların tür engelini aştığı ve bizi daha kolay etkilediği konusunda uzun süredir uyarıda bulunuyordu. Bununla birlikte 2019’daki, dönüm noktası niteliğindeki bir küresel biyoçeşitlilik değerlendirmesi, türlerin ve ekosistemlerin “insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş” oranlarda düşüş gösterdiğini ortaya koymuştu.
Manşetlerde daha çok iklim değişikliğini görsek de başlı başına en az onun kadar tehlike yaratan bir başka durum daha söz konusu: Biyoçeşitlilik kaybı hızlanıyor ve bunun arkasında insan faaliyetleri var: Ormansızlaştırma, tarımsal genişleme ve yabani hayvanlarla yakınlaşmayı ifade eden yasa dışı ticaret ve yaşam alanı tahribatları gelecekteki olası ölümcül salgın risklerini artırıyor.
Dahası, biyoçeşitlilik kaybı ile iklim değişikliği birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılı. Küresel ısınma, doğal ekosistemlerimizin çoğu üzerinde büyük bir baskı oluşturuyor. Buna karşılık, bu hayati ekosistemlerin düşüşü de karbon depolama, aşırı hava koşulları ve diğer iklimle ilgili risklerden koruma sağlama yeteneklerini zayıflatıyor. Hal böyle olunca da sadece “karbon salımına karşı savaş” gibi basitleştirilmiş metaforlar yetersiz kalıyor. Çünkü hangi faaliyetlerimizin hangi ekosistemlere nasıl zarar verdiğini bilmiyoruz; çünkü dünyadaki yaşayan organizmalar arasında halen keşfetmediklerimiz var. Daha bütüncül bir anlayışa ihtiyaç duyuyoruz.
“Ekonomilerimiz ve refahımız en değerli varlığımız olan doğayla bağlıdır.”
Gezegenimizin ekolojik sınırları ile ekonomik büyümenin sınırlarının kesiştiği nokta uzun süredir tartışılsa da bu argümanlar, ekonomik güçler tarafından büyük ölçüde reddediliyor. Ancak doğal kaynaklar sınırlı ve piyasa güçleri bunu değiştiremeyecek; gezegenin sınırları belirli ve biz bunu gitgide daha çok aşıyoruz.
Bununla birlikte ekonomiyi planlayanlar, günbegün artan kamu bilinciyle hareket ederek ekolojiye bağımlılığımız konusunda daha akıllıca hareket etmeye başlıyor. Birleşik Krallık Hazinesi tarafından yaptırılan en son Dasgupta İncelemesi’nde belirtildiği gibi: “Ekonomilerimiz, geçim kaynaklarımız ve refahımız en değerli varlığımıza bağlıdır: Doğaya! Biz doğanın parçasıyız, ondan ayrı değiliz.”
İklim krizi protestoları ve dünya çapında iklim ve doğa ile ilgili acil durumların ilan edilmesiyle birlikte BM Genel Sekreteri António Guterres, 2021’i “insanlığı doğa ile uzlaştırma yılı” olarak ilan etmişti. Bununla birlikte, ilerleme eksikliği ciddi boyutlarda. 2010’da kabul edilen 20 küresel biyoçeşitlilik hedefinden hiçbiri on yıl sonra tam olarak karşılanmış değil.
Uluslararası toplum da 2015’teki Paris İklim Anlaşması’nı uygulama konusunda yetersiz. Ve COVID-19 krizi büyük ekonomileri daha adil ve daha çevreci taahhütlerde bulunmaya yöneltmiş olsa da kurtarma harcamalarının çoğu olağan iş ekonomilerine akıyor.
Düşüncede temel bir değişim
Şimdi soru şu: Toplumların ekonomik gelişimini, ekolojiyi düzeltmek pahasına durdurmak, siyasi gerçeklikle nasıl uyumlu hale getirilebilir?
Ekonomist Kate Raworth’un insani gelişme için halka (simit) şeklindeki ekonomik modeli, yönetişimin yeniden tasarımının merkezine sosyal ve gezegensel sınırları yerleştiren önemli bir eylem planı sunuyor. Başka bir deyişle, hiçbir insanın yaşamın temel ihtiyaçlarından (yiyecek, barınak, sağlık hizmeti vb.) yoksun olmadığından emin olurken, tüm insanların bağlı olduğu ekolojik yaşamı destekleyen sistemleri (istikrarlı bir iklim, sağlıklı toprak, koruyucu bir ozon tabakası) de merkeze koyuyor.
Bu noktada çevrebilimci Gregory Bateson’un (1904-1980) şu sözü önemli: “Kendi çevresine karşı ‘zafer kazanan’ yaratık kendi kendini yok eder.” Bu açıdan bakıldığında COVID-19 salgını, sadece bir felaket habercisi; biz çevreyi harap ettikçe daha vahimlerini de görmemiz sürpriz olmayacak.
BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), çevresel sorunun “toplumun tüm yönlerinde hızlı, geniş kapsamlı ve benzeri görülmemiş değişiklikler” gerektirdiğini açıkça ortaya koymuştu. Peki ilhamı nerede arayabiliriz? Yale Çevresel Performans Endeksi’ne göre, Botsvana ve Zambiya, biyolojik çeşitlilik ve habitat koruması açısından dünyada birinci ve ikinci sırada yer alıyor. Bu tür örnekler, doğayla uzlaşmaya nasıl yaklaşabileceğimize dair önemli dersler içeriyor.
Siyaset bilimci William Ophuls, siyasi mücadelenin şimdi, acil olarak ekolojiyi odağına alması ve Gaia’yı da çağımızın anahtar metaforu yapması gerektiğini savunuyor. Başka bir deyişle, kendimizi, bizi destekleyen doğal sistemlerin bir şekilde üstünde veya dışında olarak düşünmeyi bırakmalıyız. Ancak bu şekilde insanlığın ekoloji politikasını kucaklama çabaları bu yüzyılın belirleyici dönüm noktası olabilir ve daha ölümcül salgınlardan korunabiliriz.