
Yerli halkların ve yerel toplulukların kadim bilgisinin, koruma ve sürdürülebilirlik için ne kadar önemli olduğunu ifade eden “biyokültürel çeşitlilik” kavramına değiniyoruz.
Biyokültürel çeşitlilik kavramı ilk olarak 1988 yılında Brezilya’nın Belém kentinde düzenlenen Uluslararası Etnobiyoloji Kongresi’nde dikkat çekti. Bu kongre, hem biyolojik hem de kültürel çeşitlilikteki küresel düşüşü durdurmak için düzenlenmiş, bir strateji geliştirmek için yerli halkların yanı sıra bilim insanlarını ve çevrecileri bir araya getirmişti.
Kongre bildirisinde şöyle deniyordu: “Kültürel ve biyolojik çeşitlilik arasında ayrılmaz bir bağ vardır.” Buna bağlı olarak 1992 BM Rio Zirvesi’nin çıktısı olan Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, koruma ve sürdürülebilirlik için yerli halkların bilgi, yenilik ve uygulamalarına erişmek ve bunları paylaşmak için Maya dilinde “yaşamın kökleri” anlamına gelen Mo’otz kuxtal yönergelerini benimsemişti.
Dil ve biyolojik çeşitlilik
Peki ama biyokültürel çeşitlilik kavramının uygulamadaki karşılığı nedir? Karşımıza ilk olarak dil çıkıyor. Dil çeşitliliği, tür çeşitliliğiyle ilişkili halinde; sözgelimi yok olmakta olan diller, genellikle çok sayıda nesli tükenmekte olan türün bulunduğu bölgelerde görülüyor.
Kanada’nın batısı ve ABD’nin ılıman yağmur ormanlarındaki uygulamalarda biyolojik çeşitliliğin korunmasında yerli dillerinin önemini görebiliyoruz. Benzer şekilde, Avustralya Aborjinleri, mevsimleri biyolojik çeşitlilik esaslarına dayalı olarak dil aracılığıyla tanımlıyor ve bu yaklaşım her zamankinden daha yıkıcı olan yangın yönetimi konusunda önemli kazanımlar sağlıyordu.
Man Adası’nda ise Manx dilinin yeniden canlandırılmasına yönelik çalışmaların, hem yerel kültür hem de çevre üzerinde olumlu etkiler yarattığı görülüyor. Bitkiler, hayvanlar ve habitat yönetimi için Manx dilindeki kelimelerin kullanılması, sivil toplumun ve turistlerin, biyolojik çeşitliliği, doğal çevreyi ve kültürü daha fazla önemsemesine ve saygı duymasına yol açıyordu.

Kültürel ayrışma
Doğanın ve yerel kültürün bu şekilde iç içe geçmesi, biyoçeşitlilik üzerinde olumlu bir etkiye sahipken, “kültürel ayrışma” olarak bilinen ve doğanın insan kültüründen ayrılması meselesi ise hem doğayı hem de kültürü korumak için ciddi bir sorun olarak gösterebilir.
Baktığımızda bu ayrışmanın dünyanın birçok yerinde yaşandığını görüyoruz: Birleşik Krallık’ta yaylaların bataklıklara, ABD’nin batısında kırsal arazilerin ise yoğun tarım arazilerine dönüştürülmesi ve Avustralya, Afrika ve Latin Amerika’daki doğal çevrenin yerli yönetimlerinden ayrıştırılması gibi örnekler var.
Bu açıdan kültürel ayrışma, biyolojik çeşitlilikte dramatik düşüşlere neden olabiliyor. Bugün türlerin çoğunun, doğal çevre yönetimindeki uzun vadeli yerli halk katılımının sona ermesi nedeniyle azaldığını görüyoruz.
Yeni kavramlar
2018’den itibaren çevre ile olan ilişkimizi anlatan “doğanın insana katkıları” diye bir kavram geliştirildi. Bu kavram, çevrenin insanlara sağladığı olumlu faydayı ifade eden “ekosistem hizmetleri” fikrinin bir evrimi olarak nitelendirilebilir. Ancak bu noktada yerlilerin doğaya katkılarının çok belirsiz bir şekilde ifade edildiğini söyleyebiliriz.
UNESCO, kültürel peyzajları Dünya Mirası Sözleşmesi nezdinde tanıyor. Bu da bizi, Senegal’deki Saloum Deltası’ndan Norveç’in Vega Takımadaları’na, Orta Avustralya’daki Uluru-Kata Tjuta Ulusal Parkı’na ve Filipinler’deki Cordilleras pirinç tarlalarına kadar biyokültürel çeşitlilik açısından önemli olan bölgeleri kapsayan uzun bir listeye götürüyor.
“Biyokültürel çeşitlilik kavramı daha çok kullanılmalı”
Doğal çevrenin içinde ve çevresinde yaşayan insanların, tarih boyunca yaşadıkları arazinin bakımı, yönetimi ve yeniden şekillendirilmesi konusunda nesiller arası bilgi paylaşımı geliştirirken bu yaklaşımın türlerin devamlılığı için büyük bir önem taşıdığını söyleyebiliriz.
Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin biyokültürel çeşitliliği, “biyolojik çeşitlilik ile kültürel çeşitlilik ve bunlar arasındaki bağlantılar” olarak tanımladığını söylemiştik. Sözleşme ayrıca biyokültürel mirası birçok yerli halkın ve yerel topluluğun bütüncül yaklaşımı olarak tanımlıyor. Bu kolektif kavramsal yaklaşım, kadim bilgiyi “miras” olarak kabul ediyor.
Canberra Üniversitesi’nden Doç Dr. Peter Bridgewater ve Iowa Eyalet Üniversitesi’nden doktora sonrası Arş. Gör. Suraj Upadhaya, bu tanımların yaygın olarak kullanılmasını ve hem akademik hem de pratik kavramlar üzerinde daha fazla çalışılması gerektiğini öneriyor.
Bu haberi hazırlarken hangi kaynaklardan faydalandık?
theconversation.com/what-is-biocultural-diversity-and-why-does-it-matter-168881