
Peyzaj mimarisi, doğa-insan ilişkisini şekillendiren ve tanımlayan alanlardan birisi. Çoğu insana göre hatalı bir şekilde “bahçe düzenleme” işine indirgenen bu alan, aslında çok kapsamlı bir teori ve pratiğe karşılık geliyor. Hal böyle olunca da kafamızda birçok soru beliriyor. Şimdi sizi, konuyla ilgili görüş ve çalışmalarına değer verdiğimiz bir isimle tanıştırmak istiyoruz; İTÜ Mimarlık Fakültesi’nden Dr. Meliz Akyol Alay…
Peyzajı, edilgen bir doğa parçası olarak değil, doğa ve insanı birbiriyle etkileşim halinde; bütünlüklü bir yaklaşımla ele alan Alay, çalışmalarını Kanada, Vancouver’dan sürdürüyor. Kendisine merak ettiklerimizi soruyor; peyzajın ne olup ne olmadığına ve alanın, doğa-insan-toplum ilişkisindeki önemine dair çok şey öğreniyoruz.
Söyleşi: Batuhan Sarıcan (info@gastroeko.com)

Merhaba, ben Meliz Akyol Alay.
Ekolojik peyzaj planlama ve tasarımı üzerine çalışan bir akademisyenim. Bitkiler, insan ve doğa ekolojisi üzerine okumalarıma devam ediyorum. Araştırma ortamında bulunmak ve birçok konuyu sınıfta meraklı zihinlerle tartışmak benim için büyük bir motivasyon.
Batuhan Sarıcan: Konuya uzak olanlar için temel bir tanımla başlayalım isterim; peyzaj mimarisi nedir?
Meliz Akyol Alay: Peyzaj, Fransızca paysage kelimesinden türetilerek dilimize geçmiş ve Anglo-Saxon köklerinde “toprak parçası” anlamına gelen bir kelime. 20. yüzyıl sonlarına kadar peyzaj, kentin zıttı ve pasif bir doğa parçası olarak algılansa da günümüz teori ve pratikleri peyzajı, doğa ve insanı bir bütün olarak ele alan, doğal ve yapısal bileşenleri içeren alanlar olarak tanımlar. Peyzaj Mimarlığı ise, yer’i odağına alarak, formasyonu, topoğrafik yapıyı, organik ve inorganik tüm bileşenleri inceleyerek buna yönelik plan ve tasarım üreten bir meslek disiplini. Peyzaj Mimarı, bu doğal formasyonları, ekolojik ve estetik kaygılar ile tasarlayarak sadece bir mekânsal öneri değil aynı zamanda bir söylem üretiyor. Bu üretim bazen bir kamusal alan tasarımı ya da bir bahçe olabilirken, bazen de tahrip edilmiş bir alanın ekolojik restorasyonu ya da büyük bir kentsel yeşil sistem planlaması ve onarımı olabiliyor.
Ekolojik bilince sahip bir peyzaj tasarımcısı, bir peyzaj çalışmasına başlarken nelere dikkat ediyor ya da etmeli?
Ekolojik bilince sahip bir peyzaj tasarımcısı öncelikle çalışma yapacağı alanda yeri anlamaya çalışır. Peyzajı var eden ve aslında tasarımcının çözmesi gereken birçok durum iki boyutlu plan üzerinde görünmez. Yerin hafızasını oluşturan topoğrafya, bitki örtüsü ve iklim yapısı gibi faktörler öncelikle anlaşılmalı. Bu amaçla peyzaj tasarımcısı, toprak yapısı, güneşlenme durumu, rüzgâr yönelimi, yağmur suyu akış yönü, eğim ve bakı gibi özellikleri ortaya koyan birçok analiz ve gözlem yapar. Çalışma alanının içinde bulunduğu kentsel ya da kırsal dokuyu inceler, bitki örtüsüne dair tespit ve incelemeler yapar. Peyzaj mimarı, gözlem ve bilgiye dayalı analizleri doğrultusunda çalışmalarına başlar.
Yeşil şehir planlaması konusunda ütopyanız var mı?
Bir bilimkurgu sever olarak tabii ki bir ütopyam var. Fakat bunun tamamen bana ait olduğunu söylemek yanlış olur. Günümüze kadar içinde bulunduğumuz yaşam ortamlarımız için birçok ütopya yazıldı. Bunlardan muhakkak etkilendim. Yaşanılabilir şehirler için Frank Lloyd Wright’ın Broadacre City’si ve Thomas More’un ütopyasının bir karışımını hayal ettiğimi söyleyebilirim. Üretici toprakların yaşam alanlarına yakın olduğu, doğanın dönemsel değişimlerine esneklik tanıyan bir yeşil sistem içerisine kurulmuş bir şehrin daha yaşanılabilir olacağını düşünüyorum. Ekonomik kaygıların değil, ekolojik parametrelerin şekillendirdiği bir sistemin uzun vadede her canlı için çok daha faydalı dönüşler yapabileceğini araştırmalar zaten ortaya koyuyor. Benim ütopyamda, yer’i okuyabilen insanların, doğaya saygıyla yaşadığı ve ilk doğa eğitimlerini içinde yaşadıkları çevreden aldıkları bir yaşam alanı var. İnsanı doğadan ayrı düşünmek bizi sonuca götürmeyecektir, keza sadece insana odaklanan bir ütopyadan da söz edemeyiz. Bir yeşil şehir ütopyası hayal ediyorsak toplum, doğa ve yapısal çevre bu ütopyanın temel üçlüsü olurdu diyebilirim. Bu da disiplinler arası bir birliktelik gerektirecektir.

Japonya’daki peyzaj çalışmalarına baktığımızda doğa ve minimalizmin bir araya geldiği belli dokulara rastlıyoruz. Uluslararası literatürde “Türkiye peyzajı” gibi bir kavram söz konusu mu? Türkiye’deki peyzaj çalışmalarını özgün kılan özellikler var mı?
Japonya peyzajı, bahsettiğiniz gibi karakteristik özelliklere sahip. Bunun başlıca sebepleri olarak biri uzun yıllara dayanan doğa odaklı inanış biçimleri, kültürel özellikleri ve tabii ki bir ada coğrafyasına sahip oluşları sayılabilir. Türkiye’deki peyzaj mimarlığından bahsedersek, uluslararası platformda ismi geçebilecek eserler son dönemde karşımıza çıkmaya başlıyor. Küresel sorunları odağına alan, sulak alanları, ekolojik restorasyonu ve doğa korumayı odaklayan yer yer kamusal alanda kritik altyapı problemlerini çözerek katılımcı tasarımlar üreten çalışmalar görmeye başladık. Bu projeler ve tasarımlar dünya literatürüne girebilecek kadar detaylı etütlere ve analizlere sahip. Daha pastoral bir çerçeveden bakarsak Türkiye peyzajı, değişken topoğrafya, farklı iklim tipleri ve coğrafyamıza özgü bitki türleriyle şekilleniyor. Bu değişken yapı, bitki türü çeşitliliğini de destekliyor. Ülkemizde baskın olarak bozkırlar ve dağ çayırları, ormanlar ve makilik alanlar hâkim. Karakteristik peyzajımızı da bu altyapı belirliyor. Türkiye’de bitki sosyolojisinin kurucusu sayılan Hikmet Birand hocamızın “Alıç Ağacı ile Sohbetler” kitabında kaleme aldığı gibi Türkiye peyzajı tohumundan çiçeğine bize kadim masallar anlatan, çiçeğinden tohumuna çok değerli bir mirastır.

Fotoğraf: Meliz Akyol Alay
İlk görüşmemiz sırasında Vancouver’a taşındığınızı belirtmiştiniz. Orada kentin ve kentlinin yeşille ilişkisi ne durumda?
Vancouver, Pasifik Okyanusu kıyısında bulunması ve dağlık yapısı sebebiyle çeşitli ekozonlar barındıran, meraklı araştırmacılar için muhteşem bir doğal kaynak. Buradaki dev mazı ağaçlarının, sedirlerin, ladinlerin ve gürgen ağaçlarının içerisinde büyüyen bir toplumun doğaya karşı daha ilgili olmasını anlayabiliyorum. Fakat buradaki toplumun doğa sevgisinin tek sebebi, burada doğmuş olmaları değil. Düşünülmüş ve strüktüre edilmiş bir toplumsal sistemin varlığı, toplumu çevre konusunda güncel tutuyor. Doğaya saygı çok küçük yaşlardan itibaren öğretiliyor. Kentlinin yeşille ilişkisi, birçok kuruluşun kentliyi gönüllü aktivitelere dahil etmesiyle kuvvetleniyor. Her mahalle sakini, kendi parkındaki istilacı türlerin toplanması, yeni ağaç dikimi çalışmaları gibi aktivitelere çocuklarıyla gönüllü olarak katılabiliyor. Çocuklar da kendi diktikleri ağaçların büyüdüğünü görerek büyüyor. Doğal ve istilacı türleri tanıyorlar. Kentin doğayla ilişkisi ise Avrupa ve Türkiye’de gördüğümüz birçok kente göre çok daha kuvvetli. Fakat burayı, direkt İstanbul’la karşılaştırmak haksızlık olur. Bu gibi durumları etkileyen nüfus yoğunluğu, coğrafya ve kültür gibi birçok parametre var. Vancouver özelinde konuşmak gerekirse, erişilebilir yeşil alanlar ve yaban hayatına yakınlık, insanı doğaya bağlıyor ve izole bir kent illüzyonu içerisinde köklerini unutmasını engelliyor. Kamusal kurumların yanı sıra doğa koruma odaklı kurulmuş sivil toplum örgütlerinin fazla oluşu ve toplumsal farkındalığı arttırmaya yönelik aktif çalışmalar, doğa – kentli bağını kuvvetlendirmiş durumda.
Oradaki çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?
Türkiye’de, Ege Bölgesi’nde yaptığımız bir ekolojik habitat oluşturma projesi esnasında ortaya çıkardığımız stratejilerin çoğunun, aslında proje alanında yaşayan yerli halk tarafından dededen toruna aktarılan kolektif bir bilgi olduğunu fark etmiştik. Bunun üzerine yerli bilginin günümüze aktarımıyla ilgili araştırma yapmaya başladım. Literatürde bunun karşılığının “ekolojik yerel bilgi” olduğunu bulduktan sonra bu konuyu doktora esnasında da kullandığım ekolojik planlama ve tasarım modeliyle birleştirmeye başladım. Projeyi sunduğumuz Avrupa Peyzaj Mimarları Konferansı’nda da aldığımız geri dönüş ve önerilerle de bu konuyu geliştirerek küresel ısınmanın Dünya üzerindeki etkilerini anlama ve çözüm üretme amacıyla bir projeksiyon sistemi geliştirmeye çalışıyorum. Vancouver özellikle biyoloji ve küresel ısınma konularında çok kuvvetli kurumlara sahip. Fakat asıl kıymetli olan değerinin, burada yaşayan yerli insanlardan öğrenilebilecek ekolojik bilgiler olduğunu düşünüyorum. Kanada ve bu coğrafyadaki yerli halk ilişkisinin politik geçmişine değinmeden konuyu anlatmam gerekirse, günümüzde Kanada hükümeti yerli halkı ve kültürünü korumak amacıyla birçok yöntem geliştirmiş durumda. Bu sayede ben de Vancouver bölgesinde yaşamış olan Musqueam, Squamish ve Tsleil-Waututh topluluklarıyla iletişime geçebiliyorum. Onlardan bitkiler ve doğada nasıl yaşadıklarına dair bilgiler ediniyorum. Beni en çok etkileyen ise tüm bu bilgileri hikâyeleştirerek anlatıyor olmaları.

Sizinle karşılaşmam XXI’de yayınlanan “Yeşil Krallığın Olağanüstü Doğası” yazınızla olmuştu. Yazıda şöyle diyordunuz: “Özellikle ilgisiz bir tasarımcının elinde bir kayıp haline gelen bitki, bilgi sahibi olanın elinde ise en ihtişamlı haline bürünüyor. Peyzaj mimarı ise bu konuya mesleği gereği yakinen ilgili olduğu halde bazı zamanlarda bir o kadar uzak kalabiliyor.” Bir peyzaj mimarı, bitkilere nasıl uzak kalabilir ki? Sorun, bitkinin sadece dekor olarak görülmesi mi? Peyzaj mimarisinde gördünüz temel problemler neler?
Bir peyzaj mimarı bitkilere bilinçli ya da bilinçsiz şekilde uzak kalabilir. Bitkilere birer obje gibi yaklaşan materyalist düşünce yapısı, tasarımın özünde yaşayan ve söylem üreten bir platform olma özelliğini yok ediyor. İnsanlar nasıl bir kolektif bilinçle birbirlerine ve atalarına bağlılarsa bitkilerin de tarihten günümüze gelen hikâyeleri, hafızaları ve bir kolektif bilinçleri var. Her şeyden önce bitkilerin de insanlar ve diğer tüm varlıklar gibi bir varoluş nedenleri var. Bir peyzaj mimarının, öncelikle kullandığı bitkilerin hikâyesini bilmesi gerekir; peyzaj mimarı bitkinin varoluş sebebini, ekosistemde neye hizmet ettiğini ve ekolojik görevlerini bilerek tasarımına dahil etmelidir. Bir türün diğer hangi türlerle nasıl etkileşim kurduğunu, hangi canlılara sığınak hangilerine besin olduğunu, hangi türlerle komşuluk ettiğini, nasıl bir toprakta yetiştiğini, bu toprağa neler verdiğini bilmesi gerekir. Bitkilerin, yani yeşil krallığa mensup bu üyelerin sahip oldukları değerleri bilmeden yapılan yerleştirmeler suni ve kısa ömürlü oluyor. Buna ek olarak, bir peyzaj mimarı her zaman bitkilerle tasarım yapmak durumda değil. Yer kavramına odaklanan tasarımcı topoğrafya, su, kayaç gibi formasyonlardan etkilenip bunlara da odaklanabilir. Tek bir obje üzerinden sanatsal bir duruş da üretebilir, bunun için peyzajı bir altyapı olarak da kullanabilir. Bu durum, sanat ve mimari tabanlı birçok disiplinde geçerli. Amaç sadece görsel bir ürün üretmek değil aynı zamanda bir söylem ve anlam yaratmaktır. Mesela Kathrine Gustafson’ın Prenses Diana’nın anısı için tasarladığı “Diana, Princess of Wales Memorial Fountain” çalışması, bitkilendirmesiyle değil, tasarlanan akarsu yatağının Diana’nın hayatının farklı yönlerini temsil eden metaforik temsiliyetiyle anlam kazanıyor. Daha güncel örnekler vermek gerekirse, TOPOTEK – Martin Rein Cano (Superkilen-Kopenhag), Martha Schwartz, Stoss Landscape Urbanism gibi isimlere ve tasarım ofislerine bakılabilir. Peyzaj mimarı, yer üzerinde var olan tüm bileşenleri teknik, mimari ve sanatsal bir bakış açısıyla inceler ve üretim yapar. Özellikle kentsel alanlarda, kazı-dolgu, drenaj ve altyapı sistemleri gibi çözülmesi zor birçok teknik konuyu çözmekle yükümlü oluyor.
Sizce peyzaj mimarı bitkileri nasıl görmeli?
İnsan önce kendisini doğanın bir parçası, doğayı da kendisinin bir uzantısı gibi görmeli. Bitkileri de bizimle aynı yeri paylaşan habitat ortakları olarak kabul etmeli ve saygı duymalı. Jale Erzen’in dediği gibi yeryüzünü bedenimiz gibi algılamayı başardıktan sonra bitkileri tasarımda daha anlamlı kullanmaya başlayabiliriz. Bu noktada yol gösterici bir meslek disiplini olarak gördüğüm peyzaj mimarlığı, bitkilerin bu kadim geçmişini topluma tanıtabilir. Özellikle bu nedenle peyzaj mimarı, bitkiyi iyi anlamalı ve kullanmalı. Bitkileri öncelikle bir öğretmen gibi görmek gerekiyor. Tarihten günümüze, Dünya’nın farklı birçok ekolojik çağına tanıklık etmiş bu canlılar, sahip olmadığımız birçok bilgiyi günümüze kadar getirmiş durumdalar. Milyonlarca yıla yayılan ekolojik süreçler ve bu süreçlere kıyasla kısa sayılan insanlık tarihi boyunca evrim geçiren bitkiler bize doğa, denge ve insanla ilgili çok şey anlatıyor. Dünya’nın başından geçen beş yok oluş çağını atlatmayı başaran, kültürlerimizi şekillendiren, atmosferimize can veren bu mucizevi simyacıları bir materyal olarak gören yeknesak algının kırılması gerekiyor. Peyzaj mimarı bu algıyı kırarak topluma yeni kapılar açabilir.
İnsanlar olarak doğayla kurduğumuz ilişkide peyzajın nasıl bir rolü olduğunu düşünüyorsunuz?
Çevre Psikolojisi olarak adlandırılan ve içinde yaşanılan çevrenin insan psikolojisine etkilerini, çocuk ve gençlerin yetişmesindeki etkileri inceleyen bir araştırma alanı var. Buna göre içinde yaşadığımız çevre bizim ilk öğretmenimiz. Araştırmalara göre insanın, yaklaşık 70.000 yıldır Dünya üzerinde farklı şekillerde yaşadığını ve Homo sapiens anatomisinin yabani hayat içerisinde binlerce yıl var olmayı başardığını görüyoruz. Çok basit bir bakış açısıyla insan, 60.000 yıldan fazla süre doğa içerisinde avcı-toplayıcı olarak var oluyor. Doğanın tüm işaretlerini okumayı öğrenmek, besinini doğadan dengeli bir şekilde temin etmek ve diğer canlıları tanımak zorunda. Bunları keyfi olarak değil, türünün devamlılığını sağlayabilmek için yapıyor. Ta ki 12.000 yıl önce olduğu tahmin edilen tarım devrimine kadar. Bitki türlerini evcilleştirmemiz ve yerleşik hayata geçerek kendimize daha güvenli yaşam alanları yaratmamız bu kısa tarihe yayılıyor. Daha da kısa bir tarihe yayılan ve yaşam tarzımızı doğa ile ilişkilerimizi bir bıçak gibi kesen diğer bir tarihi eşik olarak ise Endüstri Devrimi’ni söyleyebiliriz. 1970’lerle başlayan bu dönemden sonra insan doğanın bir parçası olmaktan ziyade birçok türün varoluşuna hükmeden bir tür olmaya ve birçok yazarın da bahsettiği “Tanrı rolünü üstlenmeye” başlıyor. Sorunuzun cevabı olarak, insanın doğada nasıl var olduğunu, doğadaki izleri nasıl okuduğunu hatırlaması için içinde yaşadığımız peyzajların rolünün çok kritik olduğunu düşünüyorum. İnsanların toprağa, ormana, suya erişebilir mesafelerde yaşaması, insan dışında canlı türleriyle sık sık bir araya gelebilmesi ekosistemdeki paydaşlarımızı bize hatırlatacak ve aslında unuttuğumuzu düşündüğümüz fakat atalarımızdan devraldığımız ekolojik bilinci tekrar hatırlamamızı sağlayacaktır.

Fotoğraf: Meliz Akyol Alay
İçinde belli bir ekosistemi barındıran bir manzarayı dümdüz edip üzerine beton döktükten sonra peyzaj çalışması yapmak, yapaylığı gündeme getirmez mi? Demek istediğim: Peyzaj tasarımı, çalışmanın yapıldığı yerdeki doğal unsurlar gözetilerek mi yapılıyor yoksa verdiğim örnekteki gibi doğal olan yıkılıp “yapay bir manzara” mı oluşturuluyor?
Peyzaj tasarımı öncelikle olarak ekolojik dengeyi amaçlıyor. Fakat doğada her zaman dengeden söz edemeyiz. Bir kırsal alan peyzajı ile kentsel alan peyzajının çok farklı dinamikleri olabiliyor. Birçok teorisyen 20. yüzyılın sonlarına kadar insanı ekolojinin dışında bir varlık olarak ele almış olsa da günümüzde ekoloji bilimi, insanı doğanın bir parçası olarak kabul ediyor. Buradan yola çıkarak modern insanın yaşam alanını temsil eden kentlerin de doğanın bir parçası olduğunu söylemek mümkün. Peyzaj tasarımında tüm doğal ve yapay unsurlar göz önünde bulundurularak bir öneri projelendiriliyor. Bu noktada doğal kaynaklara zarar vermeyecek şekilde drenaj ve tesviye işlemleri yapılabilir. Fakat ekolojik tasarım kurgusuyla ters düşen durumlar, doğal sistemlerin akışına engel oluşturacak plansız ve etütsüz yapılaşmalar var. Bir akarsu yatağına, genç orman sahalarına, mutlak koruma alanlarına ve önemli sulak alanlara dökülen beton sadece yapaylığı gündeme getirmiyor, aynı zamanda doğa tahribatına ve çoğu zaman geri dönüşü olmayan yok olmaya da sebep oluyor.
Peyzaj çalışması yapılan yerlerde binlerce kilometre uzaklardan getirilen bitki türlerine rastladığınız oluyordur. Yerel (doğal ve endemik) türleri kullanmak, peyzaj mimarının kaygısı mıdır?
Bitkilendirme yaparken çalışma alanının doğal ve endemik türlerinin bilinmesi ve bunlar gözetilerek bir öneri geliştirilmesi gerekiyor. Basitçe anlatmak gerekirse, doğada bitkiler, insanlar gibi çevresel tehditlere karşı bağışıklık geliştirirler. Nasıl Alaska’dan ya da Mısır’dan gelen biri, Türkiye’de daha önce karşılaşmadığımız bir virüs getirebiliyorsa ve bu virüsle karşılaşmamış bir toplum olarak bundan ölümcül şekilde etkilenebiliyorsak aynı şey bitkiler için de geçerli. Her bir bitki üzerinde binlerce organizma ve canlı taşıyor. Bunun için de ülkeler siyasi sınırları içerisine bitki gibi biyolojik organizmaları alma konusunda sınırlandırmalar getiriyor. Buna ek olarak o coğrafyada doğal olarak yetişmeyen türlerin tanıştırılması, özellikle istilacı türlerin diğer bitkiler üzerinde hakimiyet kurarak doğal ve endemik türlere yaşam alanı bırakmaması sebebiyle uygun görülmüyor. Buna örnek olarak da Ege bölgesinde tarım ve verimli topraklar üzerinde yer alan sulak alanlar ve su kanallarının kontrolü için ülkemize getirilmiş Okaliptüs ağaçlarının hakimiyet kurmasını gösterebiliriz. Doğa kendi içerisinde tür çeşitliliğini sağlayabilmek için uzun yıllar sonucunda bir denge kuruyor, buna doğal süksesyon deriz. Fakat buna dışarıdan yapılan anlık bir müdahale bu uzun soluklu sürecin dengesini bozar. Doğada işleyen zaman, insan olarak bizim algıladığımız zamandan çok yavaş. İşte bu noktada bitkilerin bize biraz daha sabırlı olmayı öğrettiğini düşünüyorum.
Genetiğiyle oynanmış bitki türlerinin peyzaj tasarımlarında kullanıldığını görüyoruz. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bitki genetiği üzerinde çalışmalar yapılması ve bu konunun etik duruşu üzerinde bilim dünyasında da farklı görüşler bulunuyor. Öncelikle genetiği değiştirilmiş bir tür çevresindeki doğal türlerle etkileşiyor tozlaşıyor ya da çoğalıyor. Bu durum ekosistemde doğal olarak var olmayacak yeni türlerin varlığına ya da bizim öngörmediğimiz bitkisel anomalilere sebep olabiliyor. 19. yüzyılın ortalarında Mendel’in çalışmalarıyla karşılaştığımız bitki genetiği, aslında doğa bilimlerinin anlaşılmasında bir devrim niteliğindeydi. Genetik çalışmaları, bu noktada insan ve doğa ilişkilerini anlamaya ışık tutarken bir yandan daha büyük bir tehdit oluşturuyor. İnsanlık tarihinde bilimsel araştırmalarla bizlere heyecan veren birçok buluş ve icadın daha sonra karanlık bir güce hizmet ettiğine defalarca şahit olduk. Bitki genetiği çalışmalarının da hizmet ettiği amaçların bu anlamda sorgulanması ve insanlığın elinde nasıl bir güce dönüşeceğinin tartışılması gerekiyor.
Öğrencileriniz ve akademiyle bitirelim: Peyzaj mimarisinde okul/akademi ile pratik arasında büyük farklar olduğunu düşünüyor musunuz? Öğrenciler sahaya çıktığında hayal kırıklığı yaşıyor mu?
Her meslek dalında olduğu gibi peyzaj mimarlığı da akademi dışına çıktığında farklılıklarla karşılaşıyor. Bu farklılıkları azaltmak için tabii ki peyzaj mimarlığı eğitim müfredatı çok daha iyi olabilecek şekilde geliştirilebilir ve meslek pratiğinden daha çok beslenmesi sağlanabilir. Bu durum, kültür ve coğrafya bazında değişiklikler gösterse de asıl uçurum akademide, idealize edilen meslek eğitimi verilirken pratikte egemen olan kapitalist düzenden kaynaklanmakta. Selçuk Şirin’in de söylediği gibi eğitimi sadece eğitim konuşarak iyileştirmek mümkün değil. Eğitimde öğrencilerin gördüğü ideal ortam pratiğe geçildiğinde, ekonomik, demografik, ideolojik ve sosyo-kültürel birçok bariyerle karşılaşıyor. Türkiye özelinde cevap vermek gerekirse, ekolojik ve doğal sistemler üzerine dayalı bir eğitim ortamından çıkan öğrenciler, sahaya çıktıklarında hayal kırıklığına uğruyorlar. Doğa koruma, peyzaj hukuku, peyzaj ekolojisi, kırsal ve kentsel alan tasarımı, bitki ve bitkisel tasarım gibi konuları içeren müfredatları tamamlayan öğrenciler, öncelikle öğrendikleri tüzük ve yönetmeliklere güvenebilecekleri bir ortam görmek istiyorlar. Bitki derslerinde Zeytin Ağacı’nı, bizim coğrafyamızın binlerce yıllık tarihine şahit olmuş, Homeros ve Halikarnas Balıkçısı gibi birçok ozanın eserlerinde yer bulmuş, “ölümsüz ağaç” olarak anlattığımız öğrenciler, mezun olduklarında zeytinliklerin maden ocakları, tatil köyü ya da otel yapımı amacıyla yok edildiklerini görüyorlar. Bence öğrencilerimizin akademi ve pratikte yaşadıkları en büyük hayal kırıklığı bu alanda yaşanıyor. Ekonomi odaklı bir sektörün ekoloji odaklı bir eğitim müfredatına uyumlu olması zor ama bu ayrımın kaldırılması imkânsız değil.
Dolu dolu, nefis bir söyleşi; tebrik ederim.
Ancak; “Bitkilere birer obje gibi yaklaşan materyalist düşünce yapısı” ifadesi ve yazının bütünü dikkate alındığında, materyalist kültürün kapitalist ağızlardan alındığı algısı oluştu. Umarım ben yanlış yorumluyorumdur.