
Fotoğraf: Fethi Karaduman
Bir yanda yaşamı, diğer yanda ise yok oluşu savunanların olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bu noktada değerli olanı koruma ve sürdürme çabası, söz konusu ister ekoloji ister kent olsun, yaşamı savunanların olmazsa olmazı olarak karşımıza çıkıyor.
Tıpkı biyoçeşitliliğin yaşayıp serpildiği doğal habitat alanları gibi milyonlarca insanın yaşadığı çevreyi oluşturan kentler de bile isteye bozuluyor. Yüzlerce yıla ve surlarını harap eden savaşlara meydan okumuş kadim kentler, yok oluşu yine insan elinden yaşıyor. Bunu gündeme getirenlerin sayısı ise epey az. Kent ve sanat tarihi, çağdaş sanat ve edebiyat yazılarıyla tanıdığımız yazar Bihter Sabanoğlu da onlardan birisi. Kendisiyle “Şüpheli Şeylerin Keşfi” kitabı üzerinden kent hafızasına yoğunlaştığımız bir söyleşi yaptık.
Meşakkatli bir araştırma sürecinin ardından ortaya koyduğu bu sürükleyici roman, bir şehrin nesilden nesile ve hatta günden güne dönüşümünü, kentle birlikte kaybedilen hafızayı ve bu değeri koruyamama sebebiyle hissedilen çaresizliği okuruna başarıyla aktarıyor. Sonunda damağımızda İstanbul’un makûs talihi açısından buruk, edebiyat açısından ise umami bir tat bırakıyor.
Söyleşi: Batuhan Sarıcan (info@gastroeko.com)
- Sevgili Bihter, İstanbul’un tarihine olan ilgin nasıl başladı?
- Yeşilköy’de doğdum ve hem anne hem baba tarafım İstanbullu olduğu için çocukluğumdan beri İstanbul hikâyeleri ile büyüdüm. Balat’ın, Menekşe’nin, Florya’nın denizleri birbirlerinden renk ve kokularıyla nasıl ayrılır, Fener’de sokakta hangi şarkılar çalınır, Karagümrük’te Ramazan ayında nelere dikkat etmek gerekir vs. Daha akademik bir yaklaşım ise Paris’te okuduğum yıllarda aldığım Bizans Sanatı dersleriyle oluştu. Edebiyatla kesiştiği noktalar dışında da tarihe her zaman ilgim olmuştu ve bu ilgi, zaman içerisinde doğduğum kente duyduğum karmaşık hislerle birleşti.
- Çocukluğunun İstanbul’unu nasıl hatırlıyorsun?
- Çocukluğumun İstanbul’unu biraz yeşil, biraz puslu, biraz da risklerle dolu olarak anımsıyorum. Sitenin çocuklarıyla bir komün hayatı sürerdik; okulun kapalı olduğu aylar her gün, yılın geri kalanında ise hafta sonları ve tatillerde, sabah 9’dan akşam 7’ye çocuklar topluca ortadan kaybolur ve kendi kurdukları alemde özel yaşamlarının tadını çıkarırdı. Ailelerin üzerinde tahakküm kuramadığı, kolektif bir evrenimiz vardı. Bu alternatif gerçeklik çevredeki bitki örtüsünden de besleniyordu, popüler kültür öğelerinden ve geleneksel masallardan da. Hatırladıklarım; çocukların dikkat ve hayal güçlerinin tamamını aktardıkları bir gizli bahçe, teknoloji yetersizliğinden kaynaklanan bir kontrolsüzlük hissi, yavaş yavaş kuşatılan vahalar ve etraflarında usulca beliren asfalt parçaları.

- “Şüpheli Şeylerin Keşfi” kitabında İstanbul’un tarihine ve kentsel-kültürel dokusuna dair çok kıymetli bilgiler var; yazım sürecinde derin araştırmalar yapıldığını gösteren ve romanda hiç de eğreti durmayan bilgiler de mevcut. Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdin? Araştırma ve yazım sürecine dair neler hatırlıyorsun?
- Eğreti durmamasının sebebi sanırım uzun yıllara yayılması. Yazarlık mevzuunu mistikleştirmek istemiyorum ama elbette kurgusal dünyalar yaratma eyleminde sonradan edinilmesi güç, insanın zihnine muhtemelen çok erken yaşlarda düşmüş bir arzunun nüvesi var. Sadece bu kitap bağlamında soruyorsan yanıtlaması daha kolay. Bizans Tarihi dersleri bende bir duyguyu tetikledi, bir nevi deklanşör görevi gördü. Her zaman tarihi figürlerle duygusal bağ kurardım, bunu romana dökme fikriyle beraber bu tekinsiz ve yersiz empati duygusuna bir vasıta bulmuş oldum. Hikâye ve karakterler yıllar içinde evirilse de romanın ana çatısı yıllardır zihnimdeydi. Araştırma süreci meşakkatliydi ama benim için akademik makale, tarih kitapları, kenarda köşede kalmış el yazmaları okumak müthiş bir zevk. Dolayısıyla yazı kadar okuma sürecinden de çok keyif aldım. Yazım sürecini biraz bastırdım sanırım, çok iyi hatırlamıyorum. Kurgu yazmak sokakta çırılçıplak dolaşmak gibi bir şey, güvensizliklerle, korkularla, kaygılarla dolu boğucu bir eylem. Nihayetinde alınan nefes de o yüzden daha değerli hale geliyor, insan sürekli o hissiyatı kovalamaya başlıyor.
- Eseri ortaya çıkarırken “İstanbul’u yeniden keşfettim” diyor musun? Bu kitabı yazmak sana İstanbul’la ilgili neler öğretti?
- Kenti tamamen yeniden keşfetmek değil belki ama daha önce dikkatimi çekmemiş yapılarla karşılaştığım oldu. En çok hoşuma gideni ise yazıt keşfetmek. Örneğin kara surlarının kenarından yürüyerek duvarları incelerseniz Yunanca kitabelerden kalan pek çok örneğe denk gelebilirsiniz. Onlarca kez önünden geçtiğim yapıların üzerindeki muhtelif yazıyı atladığım olmuş, ki ben yürürken hep yukarılara, binalara bakarım, insanları pek fark etmem. Balat sahilinden bir örnek hatırlıyorum, Agora Meyhanesi’nin yakınlarında bir okul binasının üzerinde Yunanca bir yazı. Bu tarz küçük keşifler sıkça gerçekleşti. İstanbul’la ilgili öğrendiğim şey, maalesef şehrin sandığımdan da daha güç durumda olduğu ve dayanma gücünün kalmadığı.

- Romanın bölümleri günlerden oluşuyor ve 1. güne Voltaire’den bir alıntı yaparak başlıyorsun: “Konstantin’in surlarında güzel bir günü ekseriyetle en uğursuz fırtınanın dehşeti takip eder.” 12. bölümde ise şöyle bir kısım var: “Bak, ölüm gibi, yangın da her zaman kötü bir sonuca yol açmıyor,’ dedi. ‘Geçmişte bir ara etrafını saran ahşap evler kül olunca mabet mahalleye nasıl güneş gibi doğmuş. Beton yeniden taarruza geçmiş ama burası İstanbul, yakın da bir deprem olur, haydi sil baştan…” (s.141) İstanbul’da güzelliğin ve dehşetin, yıkımın ve sil baştan bir döngü halinde olduğu söylenebilir mi?
- Voltaire’in Irène isimli trajedisini okuduğumda oldukça gençtim, 11-12 yaşımda olmalıyım. O zaman ilk kez deneyimlediğim, daha doğrusu deneyimlediğimi düşündüğüm aşk, çaresizlik, ümitsizlik gibi duyguların yüzyıllar öncesinin İstanbul’unda da hissedilmiş olduğunu okumak bende büyülü bir etki yapmıştı. Oyun 1081 yılında Alexios’un İmparator Nikephoros’u bir darbe ile düşürmesini ve tahta geçmesini konu alan, tabii bolca hayal ürünü, aşk meşk içeren bir tarihi kurguydu. Bunun bir kurgu olduğunun farkındaydım da romanla gerçekliği ayırmak edebiyatın içinde büyümüş insanlar için hep zordur. Bu his birliğine neredeyse bilimsel bir kanıt gibi yaklaşmış ve keşfimden şaşkınlığa düşmüştüm. Şehirde, sadece bu şehre ait bir döngü bulunduğu fikri o zamanlar aklıma düşmüştü. O yüzden, evet söylenebileceğini düşünüyorum.
- Kitabının ana karakteri Ayla, Halil dedesinin evinde Karagümrük Stadı’nı santra çizgisi hizasından gören bir çocuktu. Dedesi ise on beş yaşlarındayken buradaki bostanda koyun otlattığını hatırlatıyor Ayla’ya. Halil’in ilk gençliğinden Ayla’nın bugününe (2020), İstanbul’un tarihi ve kültürel dokusunda yaşanan yıkıma dair neler söylemek istersin?
- Burada bir nebze otobiyografiye kaymakta sorun görmüyorum. Halil karakterini annemin babası Hamdi Dedem üzerinden kurguladım. Karagümrük Stadı’nı gerçekten de tam santra çizgisinden gören bir evde otururdu. Bahsettiğin koyun otlatma hikâyesinin de aralarında bulunduğu kitapta okuduğun diyalogların birçoğu aramızda geçti. Çocukken elbette onun kendi şehrini, yani otuzların, kırkların İstanbul’unu anlattığı sohbetlerimizin birer sözel tarih deneyimi olduğunun farkında değildim. Sadece yaşlandıkça mahallesinde çok yalnızlaştığını görüyor ve çok üzülüyordum. Hiçbir şeyin alıştığı gibi olmadığını, ezbere bildiği sokakların bambaşka bir çehreye büründüğünü, tanıdığı onca insanın çil yavrusu gibi başka mahallelere dağıldığını anlatıyordu. Yalnız üç kişi kalmalarına rağmen hâlâ her akşam ısrarla Edirnekapı’ya giderlerdi. Dedem sur dibinde bir tabure üzerinde oturur, arkadaşlarıyla sohbet eder, bir-iki kadeh bir şey içerdi. En sonunda geriye sadece evinin köşesindeki manav kaldı eski tanıdıklarından. O da sabah kalkar kalkmaz manava gitmeye ve tüm gün orada oturmaya başladı. Sanırım köşeyi dönse etrafını tanıyamamaktan, labirentte kaybolmaktan korkuyordu. Bu, tarihi ve kültürel yıkımın sıradan bir insanın hayatına etkisini anlatan yeterli bir örnek diye düşünüyorum.

- Tüm mahallenin “ahşaptan betona terfi” etmesi, oymalı pencerelerin plastiklere dönüşmesi ve yeni Balat fırsatçılığı (salgını), İstanbul’un bile isteye yitirilen, dokusu, yeşili ve mimarisiyle kimliğini kaybetmesi olarak yorumlanabilir mi?
- Tabii. Son iki-üç senede dahi İstanbul’un demografik, kültürel, mimari değişimi hepimizin malumu. Eskiden bu aralıklar onluk birimlerle ifade edilirdi, yakında herhalde aylara geçeceğiz. Kentin tarihi boyunca koruma politikalarının yetersiz kalmasının yanı sıra İstanbul, son zamanlarda iyiden iyiye turizmle şekillenen, var olma biçimini gelen turistin menşeine uygun düşecek şekilde yeniden kurgulayan bir kent halini aldığı için de kimliğini son sürat yitiriyor.
- Şehirde yaşayanların hafıza kaybından mustarip olduğunu yazıyorsun. Romandan bir alıntı da yapalım: “Ama şehir de suçluydu; hafızasını sinsi sinsi, acımasızca yok etmişti. Kepçe darbeleriyle yıkılan her evle, değiştirilen her sokak ismiyle beraber Ayla’nın belleğinden bir parça kopmuştu. Bu şehir böylesine küstahça unutabildiği için insanlar da unutuyordu! Birinin hafızası silinince diğerininki de siliniyor, unutkanlık veba gibi yayılıyor, şehrin sakinlerinin her bir hücresine sirayet ediyordu.” Bu noktada şunu sormak isterim: İstanbul’da yaşayan ebeveynler, çocuklarını “kentsel hafıza kaybı salgınından” korumak için neler yapmalı, ne önerirsin?
- Çocuğum olmadığı için ahkam kesmek istemem ama mantığın dikte ettiği doğrultuda düşünürsem bilinçlendirmeden başka bir çözüm öngöremiyorum. Okullarda öğretilmeyen bilgileri onlara aktarmak, kentin mirasını tanımaları için şehri deneyimlemelerini sağlamak, onların kentle özel bağlar geliştirmesine olanak vermek gibi şeyler geliyor aklıma. Bir de dedelerimin, babaannemin, büyük babaannemin bana yaptığı gibi onlara kendi İstanbul’umuzu anlatarak ailevi bir “sözel tarih” arşivi oluşturmak.

- Aetius Sarnıcı/Karagümrük Stadı, Panayia Kilisesi, Kasturya Sinagogu yıkıntıları, Vlaherna Meryem Ana Ayazması, Kanlı Kilise, Pantepoptes, Eski Fransız Kapitülasyon Mahkemesi derken aslında kitap, okurun gerçek İstanbul’u hatırlaması ve koruması için bir rota da çiziyor. Öyle değil mi?
- Evet. Tabii korkum romanın bir İstanbul rehberi şeklinde anılmasıydı, bazı okumalar da bu minvalde oldu. Benim esas arzum her anlamda şehirle bütünleşmeyi başarabilen karakterler yaratabilmekti. Ayla’nın ve Edhem’in, şehrin entelektüel, kültürel, tarihi mirasına yaklaşımlarındaki saygının eksikliğini gerçek hayatımda hissettiğim için bu kurgu ortaya çıktı. Bu mütemadi yıkım ve yeniden yapım ortamında bu iki karakter sayesinde akıl sağlımı korudum. Bu bellek rotası da onların aracılığıyla kendiliğinden oluştu.
- İstanbul’da bu rota üzerinde dinlenebilecek bir müzik/şarkı seçkisi yapmak ister misin?
- Neden olmasın ama şöyle bir şey önerebilirim daha çok. Ben kitabı yazma sürecinde birkaç şarkıyı döngü biçiminde dinlemiştim. Bu hem düşüncelerimi toparlamama yardım ediyordu hem de yaratıma yardımcı oluyordu. Şöyle ki bazı mekânları bu şarkılarla özdeşleştirmiştim ve o şarkıyı açmak beni hikâyenin ortasına paraşütle indiriyordu. Edebiyattaki in medias res gibi düşünebilirsin. Etkisi yoga yapanların kullandığı mantralardan çok farklı değildi. Birkaç örnek verirsem: Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’nin orijinal müziği (Para One /Arthur Simonini), yine In the Mood for Love filminden Yumeji’s Theme, Maris Marais – Sonnerie de Saint Geneviève du Mont-de-Paris, Stefano Landi – Passacaglia della Vita, Rameau – Les Indes Galantes, Hasse – Sanctus Petrus et Sancta Maria Magdalena “Mea tormenta, properate!” (Orlinski’nin sesinden olması gerekiyor).
- Bugün bir terasa çıkıp İstanbul’un çarpık yapılaşmasını gördüğünde neler hissediyorsun?
- Artık sadece deprem geliyor aklıma. İnsanların öleceğini biliyorum. Sakat kalacaklarını biliyorum. Belki benim de son aylarımı veya günlerimi yaşadığım aklıma geliyor. Ölümlülük, bedensel bütünlüğü yitirme, sevdiklerini kaybetme gibi kaygı dolu düşüncelerden sonra ancak hüzün, nostalji veya öfkeye sıra gelebiliyor.
- Eskiden Şişli’de Bulgar Eksarhlığı’nın hemen arkasında, Abide-i Hürriyet Caddesi’nde oturuyorduk. Salon penceremizden bulvara doğru baktığımızda karşıdaki canım Ermeni yapılarının üzerine göz kanatacak bir şekilde kat çıkıldığını görür öfkelenirdim. Bir değil beş değil, Şişli’de belki yüzlerce yapı var böyle. Bu estetik düşmanlığı, köklerini ve motivasyonunu nereden alıyor dersin?
- Bunlar öncelikle bireylere bırakılacak kararlar olmamalı. İnsanın özünün esasında pek de iyi olduğuna fakat toplum tarafından yozlaştırıldığına dair düşünceler yüzyıllar öncesinde kaldı. İçgüdüleriyle davranmasına izin verilen insanın nelere kadir olduğu hepimizin malumu. Devletin şehircilik politikaları ancak bu rezilliklerin önüne geçebilir. Kasti bir estetik düşmanlığından ziyade tarihi ve mimari bilincin gelişmemesi, sanat eğitiminin verilmemesi, korumacı politikalar uygulanmaması, kültürel mirasın öneminin anlatılamaması gibi etmenlerin söz konusu olduğunu düşünüyorum. Elbette işin ekonomik ve demografik boyutu da var; bu mahşeri kalabalıkta konut sıkıntısı çeken insan, yukarıdan bir engellemeyle de karşılaşmıyorsa, yüz yıllık Ermeni evinin estetiğini düşünecek değil.
- Onlarca kentini gördüğün Avrupa’da, kent estetiği ve kentsel motifi koruma anlamında seni en çok etkileyen nereler olmuştu? Avrupa’daki yaklaşımdan ne gibi dersler çıkarılabilir?
- On beş sene Paris’te yaşadığım için en iyi örnekleri Paris’ten verebilirim. Öğrenciyken dışarıya büyük boy bir çiçek yerleştirecek olsak apartmandan izin almamız gerekiyordu, kafanıza göre klima taktırmak, balkon boyamak gibi şeyler zaten söz konusu dahi değildi, çok da detaylandırmaya gerek var mı bilmiyorum, sokakların kaldırım taşlarına kadar kimliğini koruduğuna, şehre ayak basmış her insan tanık olmuştur. Roma’nın tarihi merkezi de insanı hayrete düşülecek şekilde muhafaza edilmiştir, çeperi, çektiği turist sayısı, geçirdiği savaşlar vs. düşünüldüğünde çok şaşırtıcıdır yani Parma’yı, Verona’yı korumakla kıyaslanamaz. Esasında uygulanması zor pratikler değil tanık olduklarımız fakat iradeyle başlamak gerekiyor.
- Bir de madalyonun öteki yüzüne bakalım; Avrupa’da Osmanlı’dan kalan yapılara karşı nasıl bir tutum var?
- Osmanlı mirası Balkanlarda ihtilaflı bir mesele. Mimari de bundan nasibini alıyor. Tabii savaşın getirdiği yıkımlar da Osmanlı mirasının korunmasını baltalamış. Genellikle camiden kiliseye çevrilen yapılar iyi şekilde muhafaza edilebilmiş. Aklıma Macaristan’ın Peç şehrindeki Gazi Kasım Paşa Camii, Bulgaristan’daki Kara Camii geliyor. Romanya’da ayakta duran Osmanlı dönemi kervansarayları var. Sanırım Üsküp Çarşısı için Avrupa’daki Osmanlı mimarisinin en güzel örneği denebilir. 15. yüzyıldaki haliyle, hamamları, sokakları, camileri, hanları, sivil mimarisiyle bütünüyle muhafaza edilebilmiş.

- İstanbul’da en iyi korunan Bizans yapıları hangileri? Hatta bunca korunmasına şaşırdığın ve seni çok etkileyen…
- En iyi korunan yapı, yaşı da göz önünde bulundurulduğunda elbette Ayasofya. Listeye Zeyrek Cami (Pantrokrator Manastırı Kilisesi) ve Kariye Camii de eklenebilir. Beni küçük yapılar, mescitler daha çok etkiliyor. Mesela Çarşamba’daki Hirami Ahmet Paşa Mescidi (Hagios Ioannes Prodromos Manastırı Kilisesi), Sancaktar Hayrettin Mescidi (Azize Gastria Manastırı Kilisesi), Eski İmaret Camii (Pantepoptes Manastırı Kilisesi). Bizans sarnıçlarıyla da artık neredeyse saplantıya varan bir ilişkim olduğunu söyleyebilirim. Bodrum Camii’nın sarnıcı örneğin, Bizans’taki adıyla Myrelaion. Bu eserlerin çoğunun kurguda büyük yeri var, bazıları kendi başına birer karakter. Ayla sanrılarının arttığı bir anda Gül Camii’ye insanı özellikler, bir irade atfediyor mesela. Ya da Edhem’in Küçük Ayasofya Camii’nde yaşadığı bir uyanış hayatına farklı bir yön çizmesini sağlıyor. Romandaki yapıların, karakterlerin hayatlarını doğrudan etkilemek gibi bir rolü var.

- Serkan Parlak’la yaptığın söyleşide, İstanbul’a bir sanat eseri gibi yaklaştığını söylüyorsun. Burayı biraz açabilir misin? İstanbul’a bir sanat eseri gibi yaklaşmayı gerektiren unsurları merak ediyorum. (İstanbul’a niçin bir sanat eseri gibi yaklaşmak gerekiyor?)
- Romanda Ayla, İstanbul’a bir sanat eserini inceler gibi yaklaşıyor. Stendhal Sendromu’na yakın bir histen bahsediyorum; bildiğin gibi bu, eşsiz bir sanat eseri karşısında baş dönmesi ve baygınlık geçirmeyi hatta halüsinasyon görme durumunu niteleyen bir terim. Psikosomatik olduğu söylenen bir rahatsızlık tabii, tıbben kabul görmüyor. Stendhal’in Floransa’daki Santa Croce Bazilikası’nda bulunan Giotto freskoları önünde yaşadıklarına atıfta bulunan, adını bu sebeple yazardan alan bir sendrom. Buna daha çok sanat karşısında hissedilen duyguları özetleyen bir metafor olarak yaklaşmak gerekir. Romanda ben Stendhal Sendromu’nu bir müzenin duvarlarından çıkarıp şehirdeki günlük yaşama taşımaya çalışıyorum. Ayla’nın şehri bir sanat eseri gibi incelemesi fikrinde, onun İstanbul’un barındırdığı tüm tarihsel, kültürel katmanların, kimliğinin karşısında Stendhal Sendromu’na yakın şeyler hissetmesi var. Örneğin Kanlı Kilise’nin önünde Edhem’i beklediği bölümde, yapının tarihini bildiği için kilise ve çevresinde yaşananları hayal edebiliyor, gözlerinin önünde istemsizce beliren görüntülerde, babasının çocukken ona anlattığı fetih hikayelerinden hareketle, uzuvları parçalanan insanlar, kilisede toplanarak Tanrıya yakaran kadınlar, çocuklar var. Ayla birçok yapı önünde buna benzer hisler yaşıyor.
- Sanat eseri demişken, bir sanat eseri bu kadar çarpık olabilir mi?
- Bazı kısımlarını perdeliyor elbette, şehrin aidiyet duyduğu kısımlarını filtreliyor. İstanbul’un tamamının bir sanat eseri olduğunu düşünmüyor. Kendi eserini yaratıyor bir nevi. Demin bahsi geçmişti, benim sokakta yürürken bakışlarımı çevreme değil yukarılara yöneltmeye çalışmamla aynı doğrultuda aslında.
- Bir yerde, karanlıkta ıssız bir sokakta yürüyen bir kadının, o yolu asla yalnız yürüyememesinden öfke duyuyor Ayla. Bunun nedenlerinden birisinin de İstanbul’un çarpık kentleşmesi olduğunu düşünüyor musun?
- Bu cümleyi daha çok kadınların şehirde hissettiği mütemadi şiddet tehlikesini düşünerek kurmuştum. Bizi birkaç adımda bir dönüp arkamıza bakmaya zorlayan şey birçok kadının hayaletinin her an yanı başımızda olması.


- Ajandakolik’te yayınlanan söyleşinde, “Kentin, karakterlerin hayatındaki rolünü katmanlandırmak istedim,” diyorsun. Peki İstanbul’un senin hayatındaki rolü nedir?
- İstanbul benim için yaratıcı enerji fikriyle birleşti artık. Zihnimde, Alberti’nin vim admodam divinam şeklinde adlandırdığı bir tür ulvi gücü simgeliyor. Başka hiçbir şehirde bu kadar üretemiyorum, belki de İstanbul’da olup bitenler insanı delirttiği için akıl sağlığımı korumamın başka yolu yoktur. Zihin kendini alternatif bir gerçeklik üretmek mecburiyetinde hissediyordur hayatta kalabilmek için.
- Bildiğin üzere yazarın karakteriyle arasına mesafe koyması gerektiği söylenir: İstanbul’a bakışı açısından Ayla’yla arana bir mesafe koyabildiğini düşünüyor musun? Yoksa bu açıdan daha otobiyografik bir yaklaşım mı söz konusu?
- İlk romanda otobiyografiden kaçmak mümkün değilmiş onu anladım, en azından ben başaramadım. Ama kendimden izleri sadece Ayla’da bulmuyorum, Selim’de de Edhem’de de hatta Selin’de de benden bir şeyler var. Şehre bakışım Ayla’nınkiyle benzeşiyor evet; bu biraz da kurguyu oluştururken hedeflediklerimle bağlantılı. Şehrin bende uyandırdığı ve tüm inceliklerini tek bir kelimede toplamamın mümkün olmadığı bir hissi aktarmak istiyordum ve bu uğurda koca bir roman yazdım. Ayla karakteri aracılığıyla da okuyucuya benim şehri nasıl deneyimlediğimi aktarmak, bunu yaparken de İstanbul’a karşı hissettiğim yoğun ve insanı aciz bırakan duyguları bileşenlerine ayırmak istedim.

- “Belki de bu şehir onu bu hale getiriyordu; hafızası şehrinkiyle beraber yok oluyordu. ‘Her yeni ev yıkıldığında belki benim de hafızamdan bir parça silinip gidiyor. Sonra da işte her şey böyle aksıyor,’ diye sayıkladı içinden.” Hatırlayamamanın sancısı. Eski İstanbullular bunu yaşıyor olsa gerek… Ne dersin?
- Kurguya hâkim fikirlerden biri de şehrin belleği ile içinde yaşayanların belleğinin aynı organizmanın parçaları gibi hareket etmesi. Gerçek hayata da uyarlayabiliriz bu fikri; şehirde bu kadar yıkım ve hafıza kaybı varken sakinleri de mimetik biçimde aynı davranışa eviriliyorlar. Bitip tükenmeyen ışık hızında dönüşümleri kaldıramayan zihinlerimiz artık neredeyse her sene kendini yenilemeye başlayacak.
- “Her semt soysuzlaşıyor ama Beyoğlu bir başka çöküyordu.” ifadeni ele alalım. Bu çöküşü neye bağlıyorsun?
- Beyoğlu tarih boyu çok kültürlülüğün daha kolayca deneyimlendiği yerlerden olmuştu. Elçiliklerin bu semtte konuşlanması, farklı dinlere mensup insanların ticaret dolayısıyla bir araya gelmesi, limana yakınlığı, gece hayatının bu bölgede gelişmesi ve daha birçok etken Beyoğlu’nu “bir örnek” semtlerden ayırıyordu. Şimdiki görüntüsü, geçmişiyle diğer semtlere nazaran daha sert bir tezat oluşturduğundan dönüştüğü hale baktığımda hissettiğim üzüntü derinleşiyor. Fakat ben Beyoğlu’nun tamamen kaybedildiği söylemini dile getiren tarafta değilim, yıllar içinde dönüşümünü sürdürerek bugün büründüğü çehreyi de yitireceğine inanıyorum.
- Büyük Saray’daki tüm kutsal emanetleri, sözgelimi Hz. İsa’nın dikenli tacını bile çalarak açgözlü Fransız kralına satan Hırsız Latin’den bahsediyorsun. Yağmalanmak İstanbul’un makûs talihi mi dersin?
- Katılıyorum, hatta Venedik’e seyahat eden herkes şehrin en turistik mekânı San Marco meydanında buna yakından tanık olabilir.
- Bu aralar ne yapıyorsun? Mesela bizi bekleyen yeni bir roman var mı? Varsa detay alabilir miyiz?
- Akademik makalelere, araştırma ve sanat yazılarına devam ediyorum, hatta Sanat Dünyamız için Pera Müzesi’ndeki Isabel Muñoz sergisi hakkında yazdığım eleştiriyi az önce bitirdim. Amber Eroyan Niksarlıoğlu ile beraber Arketon’dan Yayınları’ndan birkaç ay önce çıkan Jacques Derrida’nın Mimarlık ve Dekonstrüksiyon kitabının redaksiyonunu yaptık. Son derece meşakkatli ve zaman alan bir iş oldu. Ayrıca Şüpheli Şeylerin Keşfi’nin kapağını çizen sanatçı arkadaşım Çınar Eslek’in eylül ayında açılması planlanan sergisinde gösterilecek bir iş için beraber çalışıyoruz. Beni çok heyecanlandıran bu proje kapsamında bir kısa öykü yazdım ve Çınar bu öyküyü de içeren bir video ortaya çıkardı. Yeni romana gelince, elbette üzerine çalışmaya başladım. Maalesef o konuda pek detay veremiyorum, verebileceğim tek şey bu kez otobiyografiden kaçacağıma dair muhtemelen tutamayacağım bir söz olabilir.
Not: Fethi Karaduman’ın çektiği fotoğrafların haricindeki tüm görseller Bihter Sabanoğlu’na aittir ve kendisinin izniyle kullanılmıştır. İzinsiz kullanılamaz.