
Maya Galimidi, dört yılını Necef Çölü’nde geçirdi. Toplulukla “bir” olmayı, dayanışmayı, çöl gibi kısıtlı bir alanda tarım yapmayı ve suyu dönüştürmeyi öğrendi. Şimdi deneyimlerini aktarmak istediği bir projesi var; Empower with Nature! Farklı disiplin ve ülkelerden bir araya gelen 15 kişilik ekip, seminerlerle doğa insan uyumuna yönelik farkındalık ve ekolojik bilinç yaratma amacı taşıyor.
Maya bize çöl deneyimini anlattı. Kısıtlı kaynaklara sahip bölgelerde sürdürülebilir bir yaşamı mümkün kılan kompost yapma ve su filtreleme gibi yöntemlerden bahsetti. Empower with Nature projesini açıkladı. Doğanın, insan maneviyatı ve ülkeler arası barışın sağlanmasındaki önemine dair de kıymetli görüşlerini aktardı.
Söyleşi: Batuhan Sarıcan (info@gastroeko.com)
- Sevgili Maya, doğayla aramızdaki değerli bağların kaybolmasıyla birlikte kendimizi amaçsız ve mutsuz bir varoluşun içinde bulduğumuzu söylüyorsun. Bu duyguları yaşarken kendini bir anda Necef Çölü’nde buldun. Seni çöle götüren süreci merak ediyorum.
- İstanbul’da, şehirde büyümeme karşın her yaz Saros’a kampa gittiğimiz için çocukluğum bir şekilde doğanın içinde geçiyordu. Ancak hayat, zaman içinde doğayla olan bağımı unutturmaya başladı. Bir noktadan sonra doğanın benim için “lüks” olmaması gerektiğini fark ettim. “Ben hayatta ne yapıyorum?” diye kendime sormaya başladım. Bunun üstüne tam da 2015 yılında; hedefler, sürdürülebilirlik ve kalkınma odağındaki BM raporları yayınlandı. Küresel krizler arasında susuzluk ve açlık beni en çok üzenler olmuştu. Bunların en çok yaşandığı bölgelerden biri de çöllerdi ve Türkiye’de de kuraklık ve çölleşmenin artacağını biliyoruz. Çöller ve çölleri yeşertme projelerine ilgim işte böyle başladı ve bir çöle gitmem gerektiğini düşündüm. Aslında yeşertme değil de kendini geçindirebilecek kadar bir şeyler yetiştirebiliyor musun? Eğer bunun cevabı “evet” ise bu çok büyük bir ümit demekti. Böylelikle birçok sorunu çözebilirdik. Hem bunu görebilmek hem de permakültür eğitimi almak için Necef Çölü’nde bulunan Kibbutz Lotan’ın Yeşil Çıraklık (Green Apprenticeship) kursuna katıldım. Daha sonra hem gönüllü oldum hem de orada yaşayıp çalışmaya başladım.

- Bizi yaşadığın yere götürebilir misin?
- Benim yaşadığım köy, BM Global Ekolojik Ağı’na bağlı bir köy ve ekolojik bir kampüstü. Çevresiyle birlikte ekolojik yaşam açısından çok üst seviyede bir yerdi. Her şeyin gerçekten kompost olduğu, bütün atıkların ayrıştırıldığı bir bölgeydi aslında. Ekolojik kampüsümüzde kubbe şeklinde çamurdan ve samanlardan yapılan odalarda yaşıyorduk. Tabii çok sıcak bir yerde yaşıyorsunuz. Odaların dört bir tarafında da açık pencereler vardı. Rüzgâr tünelleri yaratmaya yarıyordu. Bu arada yapılarda saman kullanılmasının nedeni de termodinamik bir materyal olması; samanı kamış gibi düşünürsek içinden geçen ısıyı filtreliyor. Dışarıdaki sıcak havayı soğuk havaya dönüştürüyor. Kışın da tam tersi.
- Şehirdeki konfor alanını radikal bir kararla terk edip yaşamını değiştirenlerin ilk yıllarda zorlanabildiğini görüyoruz. Üstelik sen bir de çöle gittin. Küçük bir yere yerleşmek isteyen çoktur ama çöle giden yoktur. Necef’te yaşadığın zorluklar nelerdi?
- Kesinlikle sıcaklık değişimleri! Gündüzleri çok sıcak, geceleri de birden soğuk oluyor. Bu alışılması güç bir durum. Bu ister istemez insanın karakterini de etkilemeye başlıyor. Bu aynı zamanda doğayla ne kadar ilişkili olduğumuz ve onun içinde olduğumuzu gösteren bir durum. Çünkü şehirlerde duvarlar arasında sıcaklık farkı ne kadar olursa olsun bunu unutabiliyorsunuz. Çöl gibi bir yerde, doğanın içindeyken kafanızı sokacak bir yeriniz olsa bile hayatınız dışarıda geçiyor.
- Necef’te bir günün nasıl geçiyordu mesela?
- Gün doğaya göre başlıyor; güneş doğduğu gibi harekete geçiyorsunuz. Çünkü sonra hava birden çok sıcak olacak. Erken başladığınız için 15.00 gibi iş bitiyor. Ama bitince hadi şunu yapalım diyemiyorsunuz, çünkü o kadar sıcak oluyor ki denize bile gitmek istemiyorsunuz. Bir de kadar yorgun oluyorsunuz ki uyuyuveriyorsunuz.
- Şüphesiz ki benimsenmesi zor bir yaşam tarzı. Oradaki en büyük motivasyonun neydi?
- Doğanın içinde, o dönüşümün içinde olmak, doğayla bir olduğunuzu hissetmek çok güzel bir şey. Sürdürülebilir bir yaşamı uzun süre deneyimlemek için orayı seçmiştim. Kurulan bağ da işin tekniğiyle birlikte mevcut sorunlardan çözüme, daha derine giden bir yol gibi geldi bana hep. İklim krizini çözmekte samimi olmak, gerçekten bir şeyleri çözmeye çalışmak için bir bağ kurulması gerekiyor. BM’nin 17 tane sürdürülebilirlik hedefine bakıp hangisi için çalışacağınıza karar vermek ve amacınızın ne olacağını bulmak zor olsa da doğanın içinde yaşamaya başlayınca o amaç ortaya çıkıyor; gönlünde ne olduğu neyi yapabildiği ortaya çıkıyor.

- “15.00 gibi iş bitiyor, sonrasında da yorgunluktan bir şey yapamıyor ve uyuyoruz,” dedin. İşler bittikten sonra, sosyalleşme ve bağ kurma adına toplulukla bir arada vakit geçirilmiyor muydu?
- Tabii ki geçiriliyordu. Çölde bir çalışma hayatınız olsa bile hayat çok yavaş akıyor. Her şey çok küçük bir alanın içinde olduğu ve bir yere gitmek zorunluluğunuz olmadığı için çok vakit kalıyor size aslında. Çok güzel birlikteliklerin olduğu, kamp ateşlerinin yakıldığı, beraber kum tepelerine gidildiği, beraber sabun ve oturma yeri gibi şeylerin yapıldığı, oradaki insanların çocukları için de oyunlar oynandığı toplu vakitten bahsediyoruz. Enteresandır herkesin en sevdiği uğraş bahçecilikti. Neredeyse herkes, bütün gün tarımla uğraşsa bile boş zamanda da bahçecilikle uğraşmayı seviyordu.
- Peki ya çölün soğuk gecelerini nasıl hatırlarsın? En unutamadığın anlar…
- Yıldızların altında olmak, onları net bir şekilde görebilmek. Çünkü biz şehirlerde yıldızları tam olarak göremiyoruz. Işık kirliliği var. O yıldızları görebilmek önemli. Çünkü insan, doğanın küçücük bir parçası olduğunu ancak o zaman anlıyor. İnsan doğayı nasıl kurtarırım diye düşünüyor ama yıldızların altında ne kadar küçük olduğunu anlayıp ancak yapabildiği kadarını yapabileceğini anlıyor.
- Necef Çölü’nde dört yıl boyunca yaşadın. Kişisel ve manevi kısmına şimdilik girmeyeceğim. Teknik açıdan neler öğrendin?
- Toprağın nasıl ekilip biçileceğini, kompost yapımını, damıtma su sistemlerini, gri ve siyah suların dönüştürülmesini ve tabii ki Güneş tarlalarıyla ilgili çok şey öğrendim. Bu çok önemli. Bir kere çöl olduğu için Güneş zengini bir yerdi ve benim orada olduğum dört yılda güzel bir şey de yaşandı; yenilenebilir enerjide verimlilik %70’ten %100’e yükseldi. Dünya’da bu oran %20 civarında. Orada %100’e ulaşmak iyi hissettirmişti. Az insanın yaşadığı bir çöl olsa da dünya için umut verici bir durumdu bu. Bunlarla birlikte öğrendiğim en önemli şey, en büyük öğreti, toplulukla bir arada çalışmayı öğrenmekti.
- Merak ettiğim bir şey var. Kurak yerlerde su toplamak için çok enteresan yöntemler olduğunu okumuştum; sis yakalama, bulut tohumlama ve yağmur suyu hasadı bunlardan yalnızca birkaçı. Necef’te kuraklığa nasıl çare buluyordunuz?
- Necef Çölü dağların arasında bir vadi; bir tarafta Ürdün bir tarafta İsrail. Yağmur yağdığında her iki taraftan da sel basıyor. O yüzden yağmur suyu toplama vardı ama çok çabuk buharlaştığı için ne kadar verimli olduğunu bilmiyorum. Necef’te daha çok su dönüşümü, yani filtreleme yapılıyor. Birincisi, Kızıldeniz’e yakın bölgelerde tuzlu suyun filtrelenerek içilebilir suya dönüştürülmesi, uzak bölgelerde ise çölün altındaki yeraltı suyunun filtrelenip kullanılması; bu suyla duş alabilir ve içebilirsiniz. İkincisi ise gri su dediğimiz, duşlardan çamaşır-bulaşık makinelerine çıkan pis suların dönüştürülmesi; bunlar filtrelenip tarımda kullanılıyor. Sonuçta çölün altı bir zamanlar okyanustu. Okyanus çölle kapatılmış. O su birkaç yüzyıl yetecek bir su belki ama tarım için çok su harcanıyor, bunu da gri sulardan yapmak en büyük hedef. Necef Çölü, suyun kıt olmadığı ama kısıtlı olduğu bir yer. Bu yüzden çöldeki tarımda her şey damıtma suyla yapılıyor. Suyun önemi, çölde yaşayan herkesin davranışlarında da kendini gösteriyor. Su tedbirli kullanılıyor.

- Çölde permakültür konusunda da uzmanlaştığını biliyoruz. Bu konuda da okurların ilgisini çekecek bilgiler vermek istersin belki.
- Aslında permakültür en çok çölde gerekiyor. Çünkü toprak yok ve kumun üstünde tarım yapmanız lazım. Bu da mümkün olmadığı için kompost yaparak toprak oluşturmanız gerekiyor. Bütün yemek artıklarımız ve kuru dal gibi içeriklerle kompost yapmaya çalışıyorduk. Hava çok sıcak olduğu için de çok çabuk topraklaşıyordu; 4 ila 6 ay arasında bir süreden bahsediyoruz. Kısıtlı bir alanda tarım yapmak zorunda olduğunuz zaman permakültür çok önemli. Değişik çeşitteki bitkiler bir arada birbirini besliyor. O biyoçeşitliliği oluşturunca bir habitat oluşuyor. Ormanı taklit eden bir süreç.
- Bu noktada, özellikle çöllerde permakültür ve suyun dönüşümünün önemi ön plana çıktığını anlıyoruz. Çöle gitme kararında dünyadaki kuraklık ve açlığın etkili olduğunu söylemiştin. Çölde öğrendiklerini başka bölgedeki çöllere adapte etmeye yönelik projelerde bulundun mu?
- İnsanların çöllerde yaşayabilmesi için bu permakültür ve suyun dönüşümünü öğrenmeye ihtiyaçları var. Birçok proje yaptık bu konuda. ABD’deki üniversiteler ve Bedevilerle. Ama en çok Brezilya’ya yaptığımız proje aklımda. Brezilya’nın bir kısmı yağmur ormanlarında ama bir kısmı da çöl. Her ne kadar Necef Çölü kadar olmasa da Paraiba’yı örnek verebiliriz. Sorun hep aynı aslında. Bir bölgede bir şeyler yetiştirilemediğinde insanlar kente göç ediyor. Araziler bomboş ve verimsiz kalıyor. Paraiba Belediyesi’nin “Gira Mundo” projesiyle yapmaya çalıştığı şey de insanların nasıl kendilerini sürdürülebilir bir yaşama uyarlayabileceklerini göstermekti. Çöl gibi kaynağı kıt yerlerde yaşıyorsanız kompostu ve suyu dönüştürmeyi bilmeniz gerekiyor. Enerjiyi en az tüketip en rahat yaşanacak koşulların yaratılmaya çalışıldığı bir yerdesiniz. Bu yüzden eldeki her şey kullanılır. Çünkü başka hiçbir şey yok. Bu yüzden de sürdürülebilir bir yer. Atıklar da öyle. Mesela yerleşkeye gelirseniz lastiklerden sıralar ve duvarlar görürsünüz. Çölde her şeyi atık ve çöple yapıyorsunuz. Sonra kendinize şunu sorguluyorsunuz: Zenginlik aslında ne?
- Dünyadaki birçok sorunun çözümü de bu soruya verilen cevapta saklı değil mi aslında. Yani tüketme gücü değil de üretme ve dönüştürme gücünü asıl zenginlik olarak görmek.
- Neyi dönüştürebilirim diye bakmak bambaşka bir şey. Zaten her projenin ilk sorusu da “çöpler nasıl ayrıştıracağız nerede kullanacağız” oluyor.

- Sürdürülebilirlik ifadesi bugün birçok şirket tarafından yeşil aklama (green washing) yapmak için kullanılıyor. Ancak sen sürdürülebilir yaşamın ne olduğunu sıfır noktasında ve dünyanın birçok noktasında deneyimledin. Sürdürülebilir yaşamı bizim için kendi sözlerinle tanımlar mısın?
- Başta doğaya saygılı olarak yaşamaktır sürdürülebilir yaşam. Daha bilinçli bir yaşam; her şeyi daha az tüketerek, hem kendimizi hem yaşamı ve yaşadığımız yerleri anlamak ve dönüştürmeye çalışmaktır bence.
- İnsanların gündelik alışkanlıkları bile değiştirmek çok zorken radikal değişiklikler istemek işi iyice zora sokuyor olsa gerek. Sonuçta herkes bir çöl veya ekolojik bir köye adım atmak istemeyebilir. Bunu göze alamayanlar için daha temiz ve sürdürülebilir bir yaşam sürdürmek, yaşadığımız mega kentlerde nasıl mümkün olabilir?
- Herkesin illaki bir yere gitmesi gerekmiyor. Herkes olduğu yerde bir şeyleri değiştirebilir, bir şeylere katkıda bulunabilir. Kimin nerede, ne şekilde ve nasıl bir katkısı olacağını bilemeyiz. Her bireyin isteği, yeteneği, amacı ve yaşam şekli farklı. Ancak doğayla uyumlu bir şekilde yaşanması, sürdürülebilir bir yaşam mümkün. Doğanın en üstün canlısının insan olmadığını anlamak, ekolojinin gözünden de bakabilmek gerekiyor.

- Necef’te nasıl bir toplulukla birlikteydin?
- Bilinci çok yüksek insanlarla birlikte olduğumuz, böceklerden bitkilere doğanın her unsuruyla ilgili bilgi düzeyi yüksek ve bunu birbiriyle paylaşan bir topluluktu. Öğrencilerden gönüllülere kadar dünyanın dört bir yanından, farklı kültür ve birikimlerle gelen bu insanlarla özel bir bağ kurduk. Mesela Güney Asya ve Afrika’dan çalışmak ve öğrenmek için gelen öğrenciler vardı. Bence hem birbirimizden çok şey öğrendik hem de doğadan. Çöl çok sessiz ve her şeyden izole bir yer. Bu yüzden insanlar 4-5 haftada değişmeye başlıyor.
- Nasıl bir değişimden bahsediyoruz?
- Bir kere içinizdeki bütün dertler kaybolmaya başlıyor. Çünkü doğada hiçbir maske takmanız gerekmiyor; şehirde ister istemez bir kalıba girmeye çalışıyoruz. Bir şey hep bizi eleştiriyor. Doğada eleştirecek hiçbir şey olmadığı için maskeler de çıkıp insanın içindeki dertler de yok olmaya başlayınca “ben ne yapabilirim?” sorusunu soruyorsunuz. O soru hep doğayla ilgili oluyor. Çünkü o yaşamı çok benimsemeye başlıyorsunuz.
- Son söylediklerin bana şunu düşündürdü: Evet, hepimiz doğanın bir parçasıyız. Nefes alan tek bir organizmayı oluşturuyoruz ve onun için çalışıyoruz. Ancak insan bir yandan da “şehirde apartmanda otururken doğa için ne yapabilirim ki” diye düşünüyor. Mesela ben sırf bu sebeple vegan olmuştum ve geri dönüşüm atıklarımı biriktirip belediyenin ilgili birimine teslim etmeye başlamıştım. Bunun dışında şehirden doğa için bir şey yapamıyor olduğum için üzülüyorum. Bu konuda ne düşünüyorsun? Daha etkin çözümler için şehirlerden uzak mı olmak gerekiyor?
- Hem evet hem hayır. Şehirde de yapılacak şeyler var. Mesela bizim doğa ve aidiyet kursumuzun konusu bu. Çünkü doğa, yaşadığımız her yerde ve biz bunu unutuyoruz. Yaşadığımız çevrede ağaçlardan parklara birçok yer var. Unuttuğumuz en büyük şey ise gökyüzü. Ve doğa her yerde ama biz onunla zaman geçirmeyi unutuyoruz. Şehirde her şey çok hızlı olduğu için daha çok unutuyoruz. Doğa için yapabileceğimiz şey, biraz yavaşlayıp, onun içinde olmak. İklim krizi ve COVID-19 salgınıyla da gördüğümüz bir şey, yerelleşmenin daha çok önem kazanıyor olması. Bu yüzden de olduğumuz yerin güzelliğini anlamamız lazım. Çünkü bunun ardından farklı yaşamaya başlıyoruz. Doğanın içinde yaşamayı istemek başka, şehirde olmak isteyip de doğa için bir şey yapmak istemek başka şeyler. Bununla birlikte şehirde de doğa için yapılacak birçok şey var. Çözüm doğa-insan bağını kurmakla başlıyor.
- Empower with Nature’ı da doğa-insan bağını tekrar kurma deneyimini başka insanlarla paylaşmak için kurdun sanıyorum. Ekip olarak deneyimlemeye teşvik eden bir eğitim sunuyorsunuz. Seminerlerden bahsedebilir misin?
- Öncelikle ekipten başlayayım; Türkiye’den İsrail’e, Avustralya’dan ABD’ye kadar 15 kişiden oluşan çok kültürlü ve farklı disiplinleri bir araya getiren bir ekibiz. Yıllardır birlikte çalıştığım ve samimi olduğum arkadaşlarımdan kurulu. Normalde “arkadaşlarınla aynı işe girme” gibi bir yaklaşım söz konusu olur, biz bunun tam tersini yaşadık. Bunun çok büyük bir mutluluk olduğunu gördüm. Hep beraber bir şeyler yapmak, hep beraber güzel bir şeye sebep olmak başka bir heyecan. Bir kısmının üniversitede profesör olduğu ve akademisyenliğe devam ederken sürdürülebilirlik, mimari ve şehir planlama yaptığı; bir kısmının sistematik düşünce ve liderlik üzerine odaklandığı bir ekip. Bir yandan da ekibimizde yerel kültürlerden insanlar var. Ekipteki Bedeviler ve Kenyalılar böyle mesela.

- Seminerleri veren ekibin disiplinlerarası olduğunu söyleyebiliriz o zaman.
- Aslında disiplinlerarası değil de disiplinler ötesi (transdisciplinary) demek daha doğru olur. Disiplinlerarası olunca her disiplinden biri genelde başka bir şey anlatıyor ama iç içe geçmiş disiplinler ötesinde, hepimiz bir araya gelip her şeyden gösterip, her şeyi anlatarak bir proje ortaya çıkarıyoruz. Ben bu şekilde öğrenmenin çok önemli olduğuna inanıyorum. Aynı zamanda farklı kültürlerden öğrenmenin de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bilgiler bu şekilde konuşulmadığı için kayboluyor.
- Hazır sözü açılmışken yerel kültürlerin sürdürülebilir bir yaşam için öneminden bahsedebilir misin?
- Yerel kültürlerin öğretilerini daha çok dinlememiz ve öğrenmemiz gerekiyor. Çünkü doğayla yaşamın nasıl olması gerektiğinin bilgisi onlarda. Sonuçta yüzyıllardır kendilerini sürdürebilen insanlar ve topluluklardan bahsediyoruz. Aynısı Türkiye için de geçerli. Benim için bir sonraki aşama da buradaki köyümü bulmak ve buradaki yerel kültürlerden öğrenmek. Çünkü şehirlere göçle, asimilasyon ve emperyalizmle yerel bilgi kayboluyor. Bu yüzden de hem lisanlarda hem de kültürel bilgide kayıplar yaşanıyor. Bu bilgilerin aktarılması gerekiyor. Bunun mümkün olamadığı yerde de arkeolojinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ekibimizde bir arkeolog var; Mine Küçük. Aslında tarihten neler öğrenebiliriz? Geçmiş topluluklardan neler öğrenebiliriz? Mesela günümüzde yapılan en büyük yanlışlardan birisi yanlış ormanlaşmadır. Biraz geriye gitsek ve geçmiş toplulukların ne yaptığına baksak doğrusunu bileceğiz. Mesela hangi ağacı dikmemiz gerektiğinin bilgisi orada. Eğer sorabileceğimiz bir insan yoksa o insanların hangi ağaçtan araç gereç yaptığını bulsak bile hangi ağaçların dikildiğini biliriz.
- Seminerlere kimler ilgi gösteriyor?
- Her seminerin konusu farklı ama “Ben hayatta ne yapmak istiyorum?” diye sorgulayanlar geliyor. Mesela Doğa ve Aidiyet seminerlerinde daha çok ait hissetmeme duygusu olanları görüyoruz. Bunun sebebi ya yaşadığı şehri yadırgamaya başlamak ya da çok farklı yerlerde kısa süreli yaşamak oluyor. Bununla birlikte diğer seminerlerde genel olarak ekolojiye ilgisi olanlar ile kırsala ve sürdürülebilir yaşama geçmek isteyenleri görüyoruz. “Ben şehirde yaşamak istiyorum ama kendimi kötü hissetmek istemiyorum, şehirde sürdürülebilir bir yaşam sürmek istiyorum,” diyenler de geliyor.
- Empower with Nature’da nasıl bir eğitimden bahsediyoruz? Seminerlerin konu başlıkları ve içerikleri nedir?
- Toplamda beş adet seminer var. İlki ve benim de alanım olan Ekoloji ve Amaç; insanın hayatta amacını nasıl bulabildiği üzerine. Unvan deyince aklımıza bir unvan, bir sıfat geliyor. Aslında doğada bir amacımız var. Doğada kalıp doğayı okumaya başladıkça -ki burada ekolojik benliğe de giriyoruz- insan kendi amacını buluyor. Seminerlerdeki bir başka konu Sürdürülebilir Yaşam; sürdürülebilir yaşamı öğrenmek, şu anda kullandığınız birçok şeyi kullanmaya gerek olmadığını öğrendiğiniz, özgürleştirici ve özgür hissettiren bir deneyim. Bir diğer seminer konusu Doğa ve Aidiyet; ABD’deki alternatif bir okul olan ReGeneration School’la birlikte yaptığımız bir ders. Online olmasına karşın insanları dışarı çıkıp yaşadıkları çevreyi anlamaya ve deneyimlemeye iten bir seminer. İnsanın şehirde yaşamasının bir amacı varsa bununla barışık olmayı amaçlıyor. Doğaya Bağlanma Merkezi diğer bir seminer; her disiplinin uzmanıyla birlikte yaptığımız projeler gerçekleştiriyoruz. Bu seminer diğerlerinin aksine bireysel değil; özel sektör, kurum ve üniversitelerin doğayla uyumunu sağlamak için verdiğimiz bir seminer. Çünkü doğada herkesin katkısına ihtiyacımız var. Başka bir seminer konusu ise Ekolojik Benlik. Doğar doğmaz hepimize verilen kimlikler var. Bunlar sosyolojik ve kültürel kimlikler. Bunu biz seçemiyoruz. Kavramsal psikoloji, bizim kişiliğimizin, kendimizle ilgili ne görüyorsak o olduğunu söyler. Ekolojik benlik de böyle; sen kendinde neyi görüyorsan ve doğada kendinle ilgili neyin metaforunu yapabiliyorsan, bağdaştırabiliyorsan sen o olmaya başlıyorsun.
- Burayı biraz açabilir misin?
- Bir örnekle açıklayayım: Dört yıl boyunca çölde yaşadığım sırada üç günümü nehir izleyerek geçirmek istediğim bir zaman olmuştu. Çünkü çölde yaşıyordum ve su görmek istiyordum. Nehri olan bir köye gittim ve sadece izlemeye başladım. Nehir akarken suyun bir bölümü ters akıyordu, yani terse dönüş vardı. Sonra normal akışına dönüyordu. O bana, hayatta bazı şeyler ters gitse de -nehrin akacağı yere vardığı gibi- yoluna gireceğini gösterdi. Nehrin sadece bir bölümü öyleydi ama akış devam ediyordu. Hayat da böyleydi. Bu metaforu yaparak ve bunu kendi hayatında bir şeyle bağdaştırarak -ki benim o dönemde yaşadıklarıma bağdaşıyordu- o zaman ekolojik kimliğe (benliğe) varıyorsunuz. Doğadan bir şeyler öğrenmeye başlıyorsunuz. Bunu yapınca da diğer kimliklerin çok da önemli olmadığını anlamaya başlıyor insan.
- Seminerlerin amacının, bireyleri kentlerden koparmanın tohumlarını atmak değil de doğa-insan uyumuna kapı açmak olduğunu söyleyebiliriz galiba. Amacınız tam olarak nedir?
- Aslında şu aşamada farkındalık yaratmak için çalışıyoruz. Mesela katılımcılardan, yedikleri bir şeyi, evde yetiştirmelerini istiyoruz. Ekmeyi, bir biberden on tane daha çıkacağını deneyimletmek istiyoruz. Bu farkındalığa şehirdeki evlerinde varan insanların, ardından topluluk bahçelerinde çalışmaya başladığını görüyoruz. Yurt dışından katılan öğrencilerde, çatılarda bir şeyler yetiştirilmeye başlayanları gördük. Aslında mesele sadece yetiştirmek de değil. Farkındalık kazanan insanların daha aktif olduğunu görmeye başlıyoruz. Bambaşka kurslar alıp doğaya dair bilgi dağarcıklarını genişlettiklerini görüyoruz. Sürdürülebilir Yaşam semineri özelinde konuşacak olursak, kırsala geçmek yerine şehirde yaşayıp sürdürülebilir yaşamanın mümkün olduğunu göstermeye çalışıyoruz. Daha önce de verdiğim Ekoloji ve Amaç seminerlerinde ise birey o noktaya gelmiş oluyor ama aidiyet konusunda bir eksiklik yaşıyor. Ancak şu seminer şu insanlar için bu seminer bu insanlar için demek güç. Mesela en giriş semineri gözükebilecek bir seminere, bu konularla yıllardır ilgilenen bir profesör katılabiliyor.
- Bugün seminerlerle başlayan serüven, ileride ekolojik köy kurma gibi bir hedefe varır mı?
- Şu süreçte bir şey kurmak gibi bir hedefimiz yok. Ama zaten kurulmuş yerler, ekolojik çiftlikler var Türkiye’de. Gerek dernek ve vakıfların gerekse üniversitelerin kampüslerinde yapılan bazı çalışmalar var.

- Empower with Nature’dan yine sana geçelim. Sen aynı zamanda BM’ye bağlı Ekolojik Köyler Ağı’nın uluslararası elçisisin. Bize Ekolojik Köyler Ağı’ndan bahsedebilir misin?
- Ben deneyimleyerek öğrenmeye inanan bir insanım. Ekolojik Köyler Ağı’nda da durum böyle. Global Ekolojik Köyler, insanların topluluk olarak yaşadığı, yaşamlarını permakültüre göre dizayn ettikleri; insan-doğa uyumu olan köyler. Her köyün kendi alanı var; kimisi sanat kimisi spritüal köyler. Bugüne kadar en fazla proje Asya ve Afrika bölgesi için yapıldı. Geleneksel köylerin yapısını ve kültürünü bozmayarak, sadece gerekli teknolojiler kurularak sürdürülebilir, ekolojik köylere dönüştürme projesi bunlar. Mesela Güneş tarlaları veya su filtreleme sistemleri kuruluyor. BM Senegal hükümetiyle anlaşıp geleneksel köyleri ekolojik köylere çevirme projesi başlatmıştı örneğin. Bu beni çok etkilemişti. Bu tip teknolojilerin, insanın sağlığını ve yaşam kalitesini artırdığını söyleyebiliriz. Bu köylerde aynı zamanda çeşitli çalışmalar yapılıyor. Bunların arasında bir ağ söz konusu. Çünkü mesela kuzeydeki kamplar güneydekilere yardım edebiliyor. Bununla birlikte kadınlar arasında dayanışmalar yaşanıyor veya çatışma olan bölgelerde barış kampları kuruluyor. Bunları da hep ekoloji odağında yapmaya çalışmak önem taşıyor. Özellikle Latin Amerika’daki köylerin barış ve ekoloji odağında bir araya geldiklerini görüyoruz.
- Ekolojinin barış önermesi beni çok heyecanlandırdı. Ekoloji ve barış, pratikte birbiriyle nasıl bir ilişki içinde?
- Bu ilişki, “Doğanın sınırları yoktur” anlayışıyla başlıyor. Çatışmalardaki en kritik sorun, ötekileştirme yaparak sınır koymak ve sonu çatışmaya varan taraflar yaratmak. Ekoloji ve barış kavramı, bu sınırları kaldırmayı amaçlıyor. İnsanlar, doğada ve doğa için bir şey yaptıklarında da sınırlar ortadan kalkıyor. Barışın kaynağının doğa olduğunu bana ilk defa Kenyalı bir arkadaşım, kamp ateşinin etrafında toplandığımızda söylemişti: “Doğa huzurlu olunca hepimiz bir arada oluyoruz. Doğada bir şeyler kıtlaşınca herkes kavga etmeye başlıyor.” demişti.
- ODTÜ Kampüsü’nde gerçekleşen disiplinler ötesi başka bir projenin de yürütücüsüsün: Yerin Ekosu! İsmi bizim sitemizin ismiyle de yakın olduğu için özellikle sormak istedim. Bu eğitim projesinin içeriği ve kapsamı nedir?
- Bu eğitim, ODTÜ Dekan Yardımcısı olan Anlı Ataöv tarafından Mimarlık Fakültesi’nde başlatıldı. Aslında yaptığımız şey, daha sürdürülebilir bir kampüs yaratmak. Bunun için bambaşka bir proje yaratmaktansa kampüsü yaşatmayı amaçlıyoruz. Hem mimarisi hem doğasıyla yaşatmak. İlk gün kampüs geziliyor, mimari konuşuluyor. Mesela mimar, kampüste doğayı nasıl yansıtmış? Doğadaki çeşitliliği nasıl kullanmış? Geçmişte neye göre tasarlanmış? Hem bunu gözlemliyor hem de Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı’ndan Öğr. Gör. Dr. Atilla Çağdaş Değer ve Balıkesir Üniversitesi Müzik Eğitimi Anabilim Dalı’ndan Orkun Karakuş’la sesleri dinliyoruz. Sonrasında tamamen bedeni ve çevremizde ne görürsek onu kullanarak müzikler yapıyoruz. Bir yandan da Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nden Prof. Dr. Nilgül Karadeniz, biyoçeşitliliği anlatıyor. Tüm bunlarda kampüsün hem dünü hem bugününe bakıyoruz. Daha sürdürülebilir olması için sorunlar neler, neler yapılabilir? İnsanın yapılı alanda deneyimlediklerini müzikle ortaya çıkarması, sanatla yansıtmasını amaçladığımız bir eğitim aslında bu. Fenomenoloji (görüngübilim) felsefesi, insanın hayatı deneyimlemesiyle bilincin değişmesi ve bilincin değişirken de bir şekilde bunu yansıtması gerektiğini ortaya koyuyor. Yansıttığınız zaman bir şeyler değişiyor hayatınızda. Çünkü yaşadığınız yeri anlıyor ve farkına varıyorsunuz. Bu da koruma isteğini açığa çıkarıyor. Bu yansıtmayı yapabileceğimiz birçok şey var; yazmak, dans etmek, resim yapmak… İnsanın bu deneyimlemeyi bir şekilde yansıtması gerekiyor, biz bunu ODTÜ’de müzikle yapıyoruz.

- Wales Trinity Saint David Üniversitesi’nde yaptığın yüksek lisansın “Ekoloji ve Maneviyat” alanında olması benim özellikle ilgimi çekti. Ekoloji ile maneviyatın birbiriyle doğrudan ilişkili olduğunu düşünen biriyim. Biyolog Edward O. Wilson’ın, insan benliği ile yaşamın diğer unsurları arasında içgüdüsel bir bağ olduğunu, insanın bu yüzden doğada kendini iyi hissettiğini öne sürdüğü “biyofili hipotezi” de arkasında durduğum bir görüş. Sen ekoloji ve maneviyat arasında nasıl bir ilişki kuruyorsun?
- Biyofili, insanın doğadan geldiği için bir şekilde doğaya gitmek istemesi üzerine kurulu bir hipotez. Aslında baktığımızda maneviyat olarak coğrafya, yeryüzü ve inanç bir arada geliyor. O inanç da korunma isteğinden geliyor. Eski tapınaklara bakıyorsunuz. Mesela rüzgâr veya güneş tanrısı için tapınak yapmış. Dinler ne kadar değişirse değişsin benzer ritüelleri olduğunu görüyoruz. Doğadan etkilenen bir ritüel söz konusu. Medeniyetler ne kadar değişse de coğrafya ve olası tehlike aynı. Coğrafya, yaşadığımız yeri anlamak, inanç ve korunma isteği bir araya geliyor. Sonuçta doğa sürekli dönüşüm içinde. Buna ayak uydurmak zor bir şey. Zaten bu yüzden duvarların arasında yaşıyoruz. Korunma ihtiyacı ile jeolojik yapı birbiriyle bağlantılı. Doğada ölüm ve yaşam var. Bunun maneviyatla doğrudan ilişkisi var.
- Benim için doğa ile maneviyat, Gaia Teorisi’nde bir araya geliyor. Toprak Ana’nın yaratıcı olduğu ve evrenin tek bir organizma olarak işlediğine, yıllar süren sorgulamaların ardından ikna olmuş gibiyim. Tüm duyularımla görüp hissettiğim bu. Ekoloji ve maneviyatı bu teori bağlamda değerlendirebilir misin?
- Gaia Teori’ye göre yeryüzü yaşıyor. Her şeyin yaşadığının farkına vardıkça oradan bir yaratılış çıkıyor. Her neye inanırsanız inanın, gökyüzü ile yeryüzünün bir arada olduğunu, birbirleriyle olan etkileşimlerini ve bir şeylerin durmaksızın değiştiğini ve evrimi başlatıp sürdürdüğünü görüyoruz. Bir orman yandığında kalan hali kendi kendini toparlıyor mesela. Doğa böyle durumlarda hep baştan başlatıyor süreci. Bu da bizi bir şekilde maneviyata götürüyor. Yaprakların dokusundan yanan bir ormanın kendi kendini yenilemesine kadar her şey birbiriyle bağlantılı ve burada bir ruh var. Bedevilerin bir sözü vardır: “Çöl ruhun ilacıdır.” Gerçekten de doğanın içinde yaşamaya başladıkça ruhuna ilaç olduğunu hissediyor insan. Mesela Bedeviler, bir hastalık olduğunda hem bedenin hem de ruhun nasıl iyileşeceğine bakar. Çünkü bedenle ruh bağlıdır diye düşünürler. Günümüzde de beden ve psikoloji bilimi birlikte düşünülür. Sanıyorum doğanın her şeyiyle bize iyi gelen bir yanı var.
- Cümleyi tamamlayabilir misin? İnsanın doğayla bağ kurması çok önemli çünkü…
…kurulmazsa yalnız bir hayat yaşanıyor.