
“En büyük eserim” dediği Baksı Müzesi’ni, içinde bulunduğu coğrafyadan ilham alarak tasarlayan Hüsamettin Koçan, bu esinin köklerini, toprakla iç içe geçen çocukluğunda buluyor. Tarlada üzerine örtü yaptığı yıldızlara dalıp gözü ışıldayan çocuk, bugün yüzlerce gencin sanatla buluşmasına ve zihinlerinin parıldamasına vesile oluyor.
Koçan’ın “bir gurbet hikâyesi” olarak andığı bu müze, aynı zamanda bir kırsal kalkınma projesi olarak yöre halkının iç ve dış göçüne engel olma gayesi taşıyor, gün geçtikçe amacına ulaşıyor da. Bunu anlamak için Bayburt Kadınlar Birliği kooperatifinde çalışanların heyecanını ve sinerjisini görmek yeterli.
Baksı Müzesi iyi bir fikrin ve dayanışmanın eseri; baktığınızda eskizdeki tasarımı gözünüzde canlanıyor. Müze, eskiden Şamanların yaşadığı bir tepede, geleneği çağ ile tanıştırıyor. Estetik kaygıları, doğanın eşsiz motifleri üzerinden şekillendiren bir kale gibi yükseliyor. Heybetli ve dayanıklı ama içinde bulunduğu doğaya meydan okumuyor, kıracın orta yerinde varlığını hissettirmekle yetiniyor. Tıpkı onca yüce gönüllülüğüne karşın üç fidanı kırıldı diye üzülen çocuğun kırılganlığını içinde barındırmaya devam eden Hüsamettin Koçan gibi.
Dışarıdan baktığınızda dağ gibi adam Hüsamettin hoca, çevresindekileri fikirleriyle etkisi altına alan kararlı ama zorbalıktan uzak bir ses ve güçlü bir hafızadan mürekkep bir Anadolulu ve çağı yakalayan evrensel bir sanatçı. Onu dikkatle dinlerken Yaşar Kemal’i görür gibi olmanız da boşuna değil. Kendisinden sadece birkaç ay büyük olmasına rağmen “abi” dediği Yaşar Kemal’le ahbaplıkları yıllar öncesine gidiyor, bu konu da bizim ilgimizi cezbediyor.
Şimdi biz susalım; bir fikirle dağların ortasında koca bir ışık ormanı yeşerten hocamız sanatı mimariyi, Yaşar Kemal’i ve doğayı konuşsun.
Söyleşi: Batuhan Sarıcan (info@gastroeko.com)

- Hüsamettin hocam, çocukluğunuzda toprakla nasıl bir ilişkiniz kurmuştunuz?
- Çok iyi bir ilişkim vardı. O kadar iyiydi ki ben toprağı yiyordum. Hele o yağmurdan sonraki kokusu yok mu! Yere tuz biber dökerlerdi yemeyeyim diye, ben yine de bir yolunu bulur yerdim. Toprakla benim hep iyi bir ilişkim oldu. Toprağı çok sevdim ben. Bu sevgi, zaman içerisinde benim doğa ile daha üretken ilişki kurmamı sağladı. Hiç unutmam; burada Garip Mezarlığı diye bir yer vardır, daha küçük bir çocukken oraya birkaç fidan dikmiştim. Bir gün bir haber geldi ki babam iş yaptığı yerde biriyle evleniyormuş; Nizip’te. Sonra annem bizi aldı oraya götürdü ve biz iki yıl orada kaldık. Oraya gittiğimde en çok ağaçlarımı özledim. Bir de benim şurama (elmacık kemiğini gösteriyor) dokunan öküzüm vardı onu çok özledim.
- Oradaki gamzenizin sebebi o öküz mü yoksa?
- Evet. Rahmetli Yaşar (Kemal) abi, “Emmoğlu,” diyordu. “Birbirimize benziyoruz. Sen de köylüsün ben de. Senin de baban camide ölmüş benimki de ama seninki eceliyle benimki öldürülmüş. Sen kaza geçirmişsin gamze olmuş, ben kaza geçirmişim kör olmuşum. Sen o yüzden avantajlısın,” diye dalga geçerdi benimle. Tekrar konuya dönecek olursak, o iki yılın ardından ağaçlara bakmaya gittiğimde bir gördüm ki benim ağaçları kırmışlar. Bizim öküzler de komşu köye satılmıştı, gittim öküzü ben tanıdım o beni tanımadı. O benim için bir hayal kırıklığıdır. Ama ben toprağa hiç küsmedim hep ürettim; ektim biçtim, hayvanlara baktım. Toprak benim için hafıza da aynı zamanda. Bir anadır. Akşam tarlada kalmışsınızdır; yorganın yarısı altınızda yarısı üstünüzde, yıldızları izleyerek uyuyakalırsınız. Toprak o kadar güzel kokar ki. O kokuyu unutmak mümkün değil. Ben toprağı çok sevdim. Bize kattıklarını hep önemsedim.
- Peki çocukluğunuzdan bu yana elinizin toprağın içinde olması, kişiliğinizi ve sanatınızı nasıl etkiledi?
- Doğa benim kişiliğimi çok etkiledi. Birincisi, doğayı izleme şansım olduğu için bir elma ağacının nasıl büyüdüğü, çiçek açtığı, elma verdiği ve nasıl çürüdüğünü de gördüm. Doğada bunların hep öncelik sırası vardır, doğa hiç karıştırmaz. Ben de bir iş yaparken o işi ötekilerden ayırır, önceliklere göre hareket ederim. Bütün üretim sürecimde de doğadan öğrendiklerim sayesinde bir şeyler yaptım. Benim dayanıklılığım da doğa kökenli bir dayanıklılıktır. Çünkü doğa direnir, teslim olmaz. Bu açıdan doğa hayatın ta kendisidir diye düşünüyorum. Hayvanlarla ilişkim de öyleydi; onları sevdim gönülden bağlandım. Belki bendeki tutku da oradan besleniyordur. Doğadan çok şey öğrendim. Biz sanatçıların ustası doğadır. Oradan öğreniriz.



- Baksı Müzesi, içinde bulunduğu coğrafyayla nasıl bir ilişki kuruyor?
- Ben şu üçünü çok önemsiyorum: Coğrafya, tarih ve çağ. Burada coğrafya ve tarih bellektir; binlerce deneyimden geçmiştir, bize bir şey sunar. Fakat bir de çağ var. Siz belleği çağa katmazsanız, geleceği hayal etmezseniz hiçbir anlamı yok. Durgun su gibidir, orada zamanla kirlenir, tortullaşır. Evet, coğrafya çok önemlidir. Ancak coğrafyayla kurulan ilişki, bu çağın insanı olarak kurulması lazım gelir. O nedenle biz Baksı Müzesi’ni yaparken ben buradaki tepelerle bir ilişkimiz olsun istedim; bir tepe de biz ilave edelim, ona saygı sunalım, o ritme katılalım dedim. Tabii coğrafyayla ilgili bir diğer mesele de ışık konusu. Çocukluğunda yıldızların altında uyuyan ve yaşadığımız evde de tepe ışığını gören bir insan olarak müzede de başka bir noktaya doğru gittik ve tepe pencereleri kullandık.
- Müzeyi tepeden ilk gördüğüm an çok etkilendim. Ancak doğayla ilişki konusuna gelirsek binanın rengi biraz düşündürüyor beni. Buraya geldiğimden beri soruyorum kendi kendime. Bu vesileyle size de sormuş olayım: Yapının rengi doğayla daha uyumlu bir tonda olsa nasıl olurdu?
- Çok iyi olurdu, hem de çok. Bu benim halen içimde kalan bir şeydir; brüt beton kullanmanın, amacıma uygun olmadığını düşünüyorum. Onun için de gri bıraktım onu. Bilirsiniz, bizim insanları etkileme gibi bir merakımız vardır. Aslında bundan vazgeçsek, herkesi kendi başına bıraksak ve kendimiz olsak çok iyi olacak. Şimdi adam resim yapıyor mesela, aklında “müşteriyi etkilemek” var. Sanat söz konusu olduğunda bu “müşteri” denen şey bir bela zaten. “Böyle yapayım da şunu etkileyeyim” düşüncesini bıraksak, kendimiz olsak çok daha derin ve etkileyici bir hayatımız olacak. Dolayısıyla bu mimaride de yukarı doğru çıkan form gri olup bir de parlayınca insanları etkiliyor doğrusunu isterseniz. Bu kadar etkilemese daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Baksı Müzesi doğaya gerçek anlamda eşlik etse çok daha anlamlı olacaktı.


- Bir yandan da bir uyum söz konusu aslında. Baksı Müzesi’nin bulunduğu yerleşkede kullanılan taşlar doğaya eşlik ediyor sanıyorum.
- (Konuk evlerini göstererek) şu binaların cephesi kına taşıdır. Bu taşı kullanmak, benim mimar olan kardeşimin fikridir; “Madem,” dedi “biz bellekle ilgili bir şey yapıyoruz, o zaman sökülmüş örenlerden yapalım bunları.” Ben ise yaşantı izi olan taşlardan ziyade bu çevrede sıkça bulunan kına taşını kullanalım istedim; “Onlar da tanıktır, buranın hafızasıdır,” dedim ve o duvarları kına taşından yaptık. Bence kavramsal bir anlamı da var. Hatta bazıları bu binaları müzeden eski sanıyorlar.
- Müzeyi sürdürülebilir mimari olarak adlandırabilir miyiz?
- Beton hariç evet. Doğa ile yaşanan mekâna geçiş pasajları var. Bana göre sürdürülebilir mimari doğadan kopmayan mimaridir. Bunun tam tersinde ise insanın doğaya en çok yabancılaştığı mega mimari vardır; şimdi camları da kapattılar iyice, bir de iç havalandırma yapıyorlar. Bunlar, insanlar için yeni hapishaneler diye düşünüyorum. Bu sebeple dikey değil yatay olmak ve o mimarinin doğayla bağlantısı olması gerekir. Dikey ve yatay mimaride yaşayan insanların, “insana bakışı” da farklı. Ben doğaya bağlı olmayı son derece insani buluyorum. Bu yüzden ben de hep doğanın içinde yaşamayı tercih ediyorum.


- Baksı için yenilenebilir enerji kullanımı düşündünüz mü?
- Düşündük ve şu sıralar onun üzerinde çalışıyoruz. Yenilebilir enerji çok kolay çözülebilecek bir durum aslında. Fiyat teklifleri alıyoruz. Doğrusunu isterseniz burayı yaparken bazı şeyler biraz hızlı gelişti. Çünkü o sıralar benim akciğerimde bir nodül bulunmuştu. Doktor da durumu çok kötü anlatınca ölmeden önce bitireyim dedim. Her şeyi hızlı yapmak durumunda kaldık. Kaldı ki şu an iyi olsam bile bu psikoloji bende hep var. Başladığım şeyi bir an önce bitirmek istiyorum. Bu yüzden az önce konuştuğumuz bir iki husus üzerinde çok fazla düşünmeye vaktimiz olmadı.
- Son yıllarda çatıların üstünü yeşillendirmek de bir seçenek olarak öne çıkıyor. Baksı Müzesi için böyle bir uygulama yapılabilir mi?
- Ana bina açısından konuşacak olursak o biraz zor burada. Ancak diğer küçük yapıların üzeri zaten toprak bu yerleşkede. Bu sene kuraklık olduğu için pek göremedik ama o çatılarda çok güzel çiçekler bitiyor.

- Bir yaprağın, ağacın ve mermerin dokusunda doğanın sanatını görürüz. Toprakla iç içe yaşayan Anadolu insanının da bunu geleneksel sanatlara yansıtmış olduğunu görüyoruz. Anadolu’nun sanatında doğanın ve doğal doku-motiflerin yeri konusunda neler düşünüyorsunuz?
- Halk sanatlarının, özellikle dokumanın bir geometrisi vardır. Bir de insanın doğayı algılaması daha çok geometrik şekiller üzerinden gerçekleşmiş ve hatlar sonradan yumuşatılmıştır. Onun için de Anadolu sanatındaki göze ilk olarak geometri çarpar. O yumuşak hatlar ise bize biraz İran’dan biraz da Araplardan gelir. O yumuşak hatlar biraz da üst kültürü temsil eder. Çünkü arka plan, bir birikim gerektiriyor. Biliyorsunuz Rönesans’la birlikte roman başlıyor. Çünkü Rönesans’la birlikte hayata daha yakından bakmaya başlanıyor, etütler yapılıyor; çiçeklerden insan bedenine kadar her şeyin etüdü yapılıyor ve bu sanata yansıtılıyor. Sanat zaten o merakı yaratıyor ve roman başlıyor. Bu bir kültürel sürekliliktir; ara tonlar ve nüanslar meselesi de odur. Bizim çok seslilik dediğimiz kavram bir kültürel altyapı gerektiriyor. Yani o nüansı algılayabilecek ve onun keyfine varabilecek bir birikim gerekiyor. Toplum zenginleştikçe, deneyim arttıkça farklı lezzetler de onların dünyasına girmeye başlıyor. Kısacası ben o yumuşak hatlara gidişi çok önemsiyorum. Yumuşak hatlara gidebilme sürecinin, belli bir beceri süreci olduğunu, onun için de bunun çokseslilik ve çokkültürlülükle ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Lezzet için de böyle düşünüyorum. Çok geniş ve zengin bir mutfak, zengin bir kültür üzerinde yükselebilir.
- Sergi alanındaki “Kökler” yerleştirmenizden de bahsedebilir miyiz?
- Biz buralarda “kök” ve “köken” üzerine çok düşünürüz. Hatta “Ayağımdaki Diken” diye bir sergi yapmıştım, o da böyle bir düşünce üzerine kuruluydu. Kökler üzerine düşünürken “Şu kökün ne olduğunu bir görelim,” dedim. Bizim burada bir arazimiz var, orada durumu iyi olmayan ağaçlar için belediyeden bir makine aldık. Geldik ağacı söktük ve ters çevirdik. Bunlar kavak ağacı ve bu ağaçların müthiş bir düzeni vardır. Ama kökü görelim, bu düzen nereden besleniyor diye merak ettik. Derken büyük bir kargaşayla karşılaştık. Aslında kültür budur. Kimlik de. Kargaşadan geliyor ve bir düzene kavuşuyor. Yaşar abi de bir gün Savur Çayı’nın suyunu merak ediyor, küçük kaynakların sonuna kadar gidiyor. “Etrafındaki ot başka böcek başka,” diyor. Sonra o kaynaklar birleşiyor, büyüyor büyüyor Ceyhan oluyor. Sonra gidip denize dökülüyor. İşte kültür budur. Anadolu’da o kadar çok kılcal damar var ki Anadolu insanı da oradan geliyor. Şimdi o insanları, o kültürü de kaybediyoruz. Anadolu insanı toleranslıydı, insanı “öteki” olarak değil “insan olduğu” için hayatına katıyor, değer veriyordu. Komşuluk vardı, hukuk vardı. Şimdi en kabası bizim hemşerilik dediğimiz şeyde. “Kökler” yerleştirmem de bu köken meselesine iyi bir kavramsal cevaptır diye düşünüyorum.


- Ağacı kökleriyle topraktan söktüğümüzde kurumaya başlıyor. İnsanlar da köklerinden kopup şehirlere gidiyor, kültüründen uzaklaşıyor mesela. Böylelikle kırla kent arasındaki mesafe de gün geçtikçe daha çok açılıyor. Bu mesafeyi nasıl kapatabiliriz?
- Bu mesafe uyum, eğitim ve üretimle kapatılabilecek bir mesafedir. Bu pat diye olacak bir şey değil. Kırdan kente geçişler yapılabilir ama bunun için insana bir şans vermemiz lazım. Bu da eğitimle ve alıştırmakla mümkün. Öteki türlü şokla karşılaşılıyor. Bizim toplumumuzda da periferi ve merkez meselesini de böyle yorumlayabiliriz. Kişi hazırlıksız olarak şehirde kendini bir işin içinde buluyor ve derin bir yabancılaşma yaşıyor. Dolayısıyla hırçınlaşıyor veya içine kapanıyor. Mesela ben Güzel Sanatlar Fakültesi’ne ilk gittiğimde kızların yanında utanırdım. Çünkü ilk defa kızlarla birlikte okuyorum. İlk senenin sonunda ben bunların çoğundan akıllı olduğumu gördüm. Ancak onlar felsefe okumuşlar, edebiyatla araları iyi vesaire. Ben hep eksiktim bundan dolayı. Sonra ben bir okumaya başladım; neden sonra başka bir adam olarak geri döndüm. Hatta o sene sonunda beni öğrenci cemiyeti başkanı seçtiler. Çünkü bana, oradan oraya geçme imkânı tanınmış, kademeli bir geçiş olmuştu. Kırsaldan kente geçişteki sorun da bir yerden başka bir yere geçme imkânı tanınmamasından kaynaklanıyor. Çünkü kırsalda bu geçişi sağlayacak “asansör” yok. Pat diye bırakıyorlar sizi şehrin ortasında. Bu da kişiyi eziyor ve o kişi toplum açısından bir soruna dönüşüyor. Bizim, geçiş kapasitesi olan kişilere bir şans vermemiz gerekiyor.
- Bayburt iç ve dış göç yaşamış bir şehir. Buna karşın kırsal kalkınmanın göçleri engelleyen bir yastık görevi gördüğünü biliyoruz. Baksı Müzesi’nin kırsal kalkınmaya nasıl bir etkisi oluyor? Neler yapılıyor?
- İyi bir noktaya değindiniz. Baksı Müzesi projesi aynı zamanda bir gurbet hikâyesidir. Babam (tepedeki yolu gösteriyor) şuradan gelirdi. Oranın adı Get, gedik demek. Otobüsle çıkar çıkmaz gördüğünüz ilk noktadır. Biz abimle diğer tarafa çıkar, yolun orada bir karartı var mı ona bakardık. Görünce de koşardık geliyor diye. Ben o özlem bitsin istedim. Onun için üretim üretim üretim! Bu sebeple burada eğitimi ve insan ilişkisini üretime dayamak istiyorum. Barış da dayanışma da sevgi de oradan çıkacak çünkü. Bunları çözersek hiçbir sorun kalmıyor. O nedenle de biz burada çeşitli atölyeler düzenliyoruz. 4+4 nedeniyle bu atölyeler şimdilik yapılmıyor ama biz burada üretimi başlatıyoruz ve daha gelişmiş bir üretimi Kadın İstihdam Merkezi’ni kurarak yapacağız.
- Lafı açılmışken Kadın İstihdam Merkezi projenizden bahsedebilir misiniz?
- Projelerimiz çok iyi hazırlandı. Çok iyi bir noktaya geldi. Sadece fona ihtiyacımız var. Onu da bulacağız. Para sorun değil. İnanırsanız o insanları etkiliyor. Bu rakam resmi makamlardan sağlanabilir ama ben bu proje sivil olsun istiyorum. Gurbeti durdurabilmek için kendi bulunduğu coğrafyada üretebilmeniz lazım. Ben bu coğrafyanın tabi armağanlarından tam olarak faydalanabildiğimizi düşünmüyorum. Burada arılar bal yapıyor, çiçekler kokuyor. Burada binbir çeşit renk var. Burada binbir türlü imkânımız var. Herhangi bir sürdürülebilirlik projesi için İstanbul’da para istiyorlar. Ben oradaki moda sürdürülebilirliği ne yapayım? Benim sürdürülebilirliği burada gerçek anlamda sağlamam lazım. Burası değerli bir yer. Sürdürülebilirliği bu kırdan çıkaracağız ve insanlar gitmeyecek, göç etmeyecekler. Bu noktada özerklik önemli. Bir omurga oluşması lazım. Omurganız olmazsa yoksunuz. Asıl mesele sürdürülebilirliği kendi imkânlarınla kazanmak.
- Bu noktada önünüzde engeller olduğunu düşünüyor musunuz?
- Evet. Buradaki toplumsal baskıyı bir anda ortadan kaldıramıyorsunuz. Zamana ihtiyacımız var. Çok sabırsız olmamak lazım, ortam ve insan bir anda değişmiyor. Dayanıklılık burada lazım işte. İkna etme süreçlerini iyi kullanmanız gerekiyor. Bununla birlikte buradaki en büyük sorun, yetenekli insanların buradan göç ediyor olması. Bu halen devam ediyor. Buradaki en büyük ülkü büyük şehre gitmek. Kadın İstihdam Merkezi faaliyete geçerse bunun önüne geçeceğiz. Orada kreş bile olacak.
- Bayburt’un Coğrafi İşaretli ürünlerini ve kadim lezzetlerini yaşatmak adına burada neler yapılıyor? Mesela Bayburt Kadınlar Birliği bize yörenin şahane lezzetlerini sundular. Ellerine sağlık diyelim.
- Bu konuda bir bilinç oluştu. O yüzden bir çaba var. Mümkün mertebe buradaki mutfakta yerel lezzetleri kullanmaya çalışıyoruz. Ben sivil örgütlenmeyi de önemsiyorum. O yüzden Bayburt Kadınlar Birliği’yle de bunu yürütmeye çalışıyoruz. Biz burada zaman zaman kurslar da düzenledik. Yemek ve dokuma kursları, aile ekonomisi gibi. Bu kurslar biraz hareketlilik kazandırdı. Bu şehirden çıkan müthiş akıllar var. Onları bir araya getirip ortak akılla sinerji yaratmamız lazım. Buradan kuruyemiş bile çıkaracağız. Yereli keşfetme meselesi çok önemli.

- Yaşar Kemal’i konuşmadan bitirmeyelim. Dostluğunuz nasıl başladı?
- Ah Yaşar abi. Benim öğretmenim köy enstitüsü kökenliydi. Çok iyi bir kütüphanesi vardı. Ben Yaşar abinin bütün kitaplarını o kitaplıktan okumuştum. Bu konuda o hocama müteşekkirim. Biz Yaşar abiyle karşılaştığımızda onun ODTÜ’de okuyan bir arkadaşıyla solculuk ilişkimiz vardı. Onun babası ormancıydı. Yaşar abi de doğaya çok düşkün ya, birbirleriyle arkadaştılar. Sonra onun oğluna geçiyor bu, Eser Alptekin. Eser Bey aracılığıyla Yaşar abiyle bir temasta bulunduk. Sonra ilişki gittikçe koyulaştı. En sonunda Bir Ada Hikâyesi serisini yazarken Antalya’da bir arkadaşımızın otelinde kalıyordu. Ben 15-20 günde bir gidiyordum oraya. Sıkı ahbaplığımız böyle böyle başladı.
- Nasıl biriydi?
- Ben yanındakine bu kadar özen gösteren, dinleyen birisini daha görmedim. Bir de nasıl oluyorsa herkesi tanıyordu. Sonra ben yanındaysam yanındakilere, “Dünyanın en büyük ressamı Hüsamettin Koçan’ı tanımıyor musunuz?” diye sorardı. Ben de derdim ki “Bırak abi Allah aşkına!” Sizinle paylaşır, sizi hep yukarıda tutardı. Çok iyi bir dostluğumuz oldu. Sonra sık buluşup kafa çekmeye giderdik. Ağzımdan laf almaya çalışırdı. Ben Yaşar Kemal’den çok şey öğrendim. Kuram değil, deneyim ve birikim üzerinden giden bir adamdı. Bizim görsel sanat dünyamız, gördükleri üzerinden bir şeyler yapar. Ben onunla tanıştıktan sonra gerçek sanatın yaşantı üzerinden yapıldığını gördüm. O yüzden size söylediğim toprağa, öyküye ve geleneğe bağlı olmak meselesini onunla tanıştıktan sonra daha iyi gördüm, daha iyi öğrendim. Bir insan anıtıydı Yaşar Kemal. Bu dünyaya maddi ögelerle bağlı olmayan birisiydi. Onunla yemeğe gittiğinizde hesabı o vermezse kudururdu. Sonra ne bileyim bir proje için bir yere gideceğim, “Fransa’dan mont almıştım, üşütürsün onu giy,” falan derdi. Sonra verirdi senin olsun diye, bunun gibi bir sürü örnek var. O kadar cömert bir adamdı ki ama ne parası vardı ne pulu. Bununla birlikte hiç pozu olmayan, samimi ve sevgi dolu bir destan adamdı Yaşar Kemal. Ben Yaşar abiyi özlüyorum. Başka bir adamdı o. Sorumlulukla yaşayan bir adamdı.
- Ne anılarınız vardır. Neler hatırlıyorsunuz onunla ve dostluğunuzla ilgili?
- Topraktan bir portre yapmıştım ona. Verdim. “Bu ne?” diye sordu, “çamurdan resim mi olurmuş!” Sonra baktı, yahu bu çamur mamur değil. Sonra Nazım’ın annesinin onda bir resmi vardı, ille bana vermek istedi, keşke alsaymışım. Bir başka anı da şu: Yaşar abi elle, kalemle yazardı, daktilo falan yok. Kocaman bir çantası vardı. Biz havaalanında başladık konuşmaya, geçmiş zaman, sonra Tilda dedi ki, “Yaşar!” “Ne var?” “Bavulunu biri almış gitmiş!” Roman da içinde. Eyvah! Sonra neyse ki adam fark etmiş de geldi buldu Yaşar abiyi. Tilda diyor ki, “Yaşar ben sana söylemedim mi?” Tilda’dan ödü patlıyordu. Bir romana zihinsel hazırlıklarını hatırlarım sonra. Müthiş bir romancıydı. Bir gün beni, çok sevdiği (Fernand) Braudel’in Akdeniz’ini okurken gördü. “Ulan! Sen bunu da mı seviyorsun, iyi ki seviyorsun emmoğlu, ben de çok severim,” demişti. Bir gün Falez Otel’in önüne bir heykel yapacağız, mermer seçmeye gideceğim. Dedi ben de geleceğim. Gittik, mermeri kesmişler, doğanın içinde negatif alanlar oluşmuş. Gir dedim içine, sonra onun fotoğraflarını çektim. Sonra geldik otele, dedi bu mermerleri şöyle koyalım böyle koyalım. Dedim abi sen git yazını yaz. Gönül koydu biraz. Sonra gitti birkaç gün sonra geldi, dedi ulan ne yapıyorsun bir anlat bakalım. Dedim ben de bilmiyorum, hah tamam o zaman dedi. En sonunda taşı koyduk. Geldi, ulan iyi ki katmamışsın beni işin içine dedi. Kahkahalarla güldük orada.
- Hani olmasa da olur ama sizce neden Nobel alamadı?
- Bir gün İsveç PEN Kulübü Başkanı gelmişti. “Nobel alması için Kürtlerle ilgili bir şeyler söylese keşke,” dedi ki bunu kullanacaklar. Yaşar abi adamlara hiç yüz vermedi. Sonra Yaşar abi, “Ben Kürt’ün de Türk’ün de aşırısını sevmem,” dedi. Yani Nobel başka bir mesele. Yaşar abiden sonra Orhan Pamuk falan bana o kadar sentetik geliyor ki…

- Sizce doğayla kurduğu ilişkiyi özel ve evrensel kılan neydi?
- Yerelliği ve katıksızlığı. Az önce onu konuştuk, sanat hayattan çıkıyor. İnsanın kendi hikâyesi olması meselesi. Yaşar abinin bir şansı da şudur; Abidin Dino ve Arif Dino, sürgüne Adana’ya gönderiliyorlar. Yaşar abi, Arif Bey’i çok seviyor ve Arif Bey de yapısalcılar gibi bir romanın şemalarını çizdiriyor; roman nedir, nereden gelir, nelerden oluşur, baya akademik düzeyde dersler veriyor. Sonra bu romanın resmini çiz diyormuş. Bu birikimle Yaşar abi de sahiciliği, kendi bulunduğu coğrafyanın hafızasını ve fantezisiyle kullanıyor. İnsana doğru gidince de zaten evrensel oluyorsunuz. Yaşar abi günümüz entelektüellerinden biri değil, daha derin bir adam. Yaşar abide gördüğüm budur; sahip olduğu kültüre, hayal dünyasına ve anlatılara sadakatle, kendi olarak sahip çıkması ve bunu anlatıyor olmasıdır. Kimseden alınmış bir borcu yok. Her şeyi dikkatle okumuş, gözlemlemiş, büyük ustaları takip etmiş ve çok da vefalı; Arif Bey için hep iyi şeyler söylüyordu. O bir halk adamı ve bu şansını çok iyi kullanmış birisi. Bence onun yerellikten evrensele ulaşabilmesi buralardan geliyor.
- Burayı bugün görse ne düşünürdü acaba?
- Bu projeyle ilgili bilgisi vardı ve hoşuna gidiyor, gelmek de istiyordu. Ama ben kendimi buradaki işlere kaptırır da sanatımı ihmal ederim diye “Sakın resim yapmaktan vazgeçme ulan!” demişti. Bir hayalim de vardı; buradaki beyaz evin üzerinde vakit geçirmesini sağlayacaktım, orada okuyacaktı falan. Olmadı. Birdenbire çok güçten düştü. Çok isterdim Yaşar abinin buraya gelmesini.
- Belki de burada bizimledir.
- Ah ah…

Hüsamettin hocayla tanışmanın mutluluğu içinde, kalbimizi Çoruh Nehri’nin kıyısında bırakıp “Baksı Dostu” olarak evimize dönüyoruz.
Batuhan doğa dostu ve Yaşar Kemal dostu bir sanatçıyı tanıtan röportajını zevkle ve dağarcığıma yeni bilgiler katmanın keyfiyle okudum emeğine sağlık