
İstanbul Teknik Üniversitesi Avrasya Yer Bilimleri Enstitüsü’nden bir konuğu ağırlıyoruz Gastro Eko’da; Türkiye’nin saygın iklim bilimcilerinden Prof. Dr. Ömer Lütfi Şen, insan kaynaklı iklim değişikliği konusunda 20 yıldır araştırmalar yapıyor. Gündemdeki IPCC raporu ve insan kaynaklı iklim değişikliğinin, aşırı iklim olaylarındaki etkisini sorduk kendisine.
Bazı anlarda fakültede dersini dinliyormuş gibi hissettik; gayet akıcı ve sade bir şekilde anlattı, anlamayı kolaylaştıran basit örneklerle açıkladı. Modellere göre Türkiye’yi gelecekte nasıl bir iklimin beklediği, Türkiye’nin Paris İklim Anlaşması’na niçin halen onay vermediği ve medyanın iklim değişikliğine bakışının zamanla nasıl değiştiği gibi konularla ilgili de görüşlerini paylaştı.
Söyleşi: Batuhan Sarıcan (info@gastroeko.com)
- Sıcak bir gelişmeyle başlayalım. Biz bu söyleşiyi yapmadan çok kısa bir süre önce BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) yeni bir rapor yayınladı. Raporla ilgili ilk düşüncelerinizi alabilir miyiz?
- Önceki raporların devamı niteliğinde olan bu raporda iklimsel değişimler ve sebebi konusunda daha vurgulu ve kesin ifadeler kullanılmış. Örneğin, küresel ısınmanın sebebi olarak insan faaliyetleri artık şüphe götürmez bir gerçek olarak ifade edilmiş. İklimsel olayların zamanla daha güçlü ve daha sık meydana geldiği ifade edilmiş. Sıcak hava dalgaları, şiddetli yağışlar ve kasırgalar gibi ekstrem olaylar daha fazla vurgulanmış. Bunların iklim değişikliğiyle bağlantısı daha önce bu kadar vurgulanmamıştı. Tabii küresel iklim modelleri de gelişti artık. Böyle olunca da model kaynaklı belirsizlik azalıyor ve tahminler birbiriyle daha tutarlı bir şekilde yapılıyor. Yapılan son çalışmalarda da ekstrem olaylardaki iklim değişikliği etkisi daha net ortaya konmuş. Bunların dışında gelecekle ilgili ortaya konan resim genel olarak öncekilerle aynı. Raporda beklentinin dışında bir tablo yok.
- Bu raporun Kasım ayında Glasgow’da düzenlenecek 26. taraflar toplantısına (COP 26) yansıması nasıl olacaktır? Bizi nasıl bir toplantı bekliyor?
- Bu güzel bir soru. Buna şöyle bakalım: Eğer taraflar toplantısı büyük bir ülkede yapılıyorsa o ülke, bu toplantı kendi topraklarında yapıldığı için en iyi sonucun çıkmasını ister. Biliyorsunuz 2015’teki kritik toplantı (COP21) Paris’teydi. Oradan Paris İklim Anlaşması çıktı ki bu önemli bir başarıydı. Her ne kadar verilen sözler yeterince tutulmasa da başarılı bir anlaşmaydı. O günden bugüne birçok büyük ekstrem iklim olayları da yaşandı. Mesela 2017’de yaşanan kasırgaların ABD ekonomisine 300 milyar dolar zararı oldu. Bu çok büyük bir para. Bu sene de görüldüğü gibi bu tip olaylar arttıkça kamuoyunda ilgi de artıyor. Mesela IPCC’in son raporu açıklaması da bu tip olayların üstüne geldi. Kamuoyu bu olaylara kilitlenmiş durumdayken bu tip bir raporun gelmesi daha büyük bir etkiye yol açıyor. Örneğin Almanya’da seller can aldı. Güney Avrupa’da da yangınlar görülüyor. Bu da liderlerin üzerinde kamuoyu baskısı yaratıyor. COP 26’ya da bu şekilde gidilmesi, oradaki beklentileri de artıracaktır. Ev sahibi de Birleşik Krallık (BK) ve bu raporu görmezden gelemezler. Toplantıdan iyi bir sonuç çıkmasını isteyeceklerdir. Gördüğüm kadarıyla buna da hazırlıklılar. Özellikle rüzgâr enerjisi konusunda yatırımları çok büyük ve belli aşama kaydetti. Yıl içinde bazı bölgelerde talebi tamamıyla yenilenebilir kaynaklardan karşıladıklarını da duyurdular. Tabii bazı ülkeler pek istekli değiller, ellerini taşın altına koymak istemiyorlar. Ancak bu toplantıda isteksizliklerin de biraz kırılacağını düşünüyorum. Benim şahsi görüşüm, o toplantıdan iyi bir sonuç çıkacağı yönünde. Ancak bu daha çok işin politika kısmı ve bu benim uzmanlık alanımın dışında kalıyor.
- Uzmanlık alanınıza dönelim o halde. Doktoranızı Arizona Üniversitesi, Hidroloji ve Su Kaynakları Bölümü’nde verdiğinizi görüyoruz. Doktora konunuz neydi? Tabii ki sonrasında yaptığınız çalışmaları da merak ediyoruz.
- Arazi örtüsü/arazi kullanımındaki değişimin, bölgesel ve küresel iklimi nasıl etkilediği üzerineydi. Biliyorsunuz Dünya’da tropikal ormanlar, kutupaltı (boreal) ormanlar, meralık ve tarımsal alanlar gibi belli başlı biyomlar var. Bu tip büyük biyomlar, küresel iklim modellerinde daha iyi temsil edildiklerinde iklim simülasyonları daha gerçekçi yapılabilmektedir. Benim çalışma konum da bir küresel iklim modelinde beş büyük biyomun daha iyi temsil edilmesi ve bu şekilde modellenen iklimin iyileştirilmesi üzerineydi. Daha sonra doktora sonrası araştırmacısı olarak ormansızlaştırma üzerine çalıştım. Hawaii Üniversitesi’nde üç yıl boyunca bölgesel iklim modeli geliştirdik. Odak bölgemiz olan Güneydoğu Asya’daki ormansızlaştırma faaliyetlerinin iklim üzerindeki etkilerine baktık. Türkiye’ye döndükten sonra da benzer bir çalışma yaptık. Mesela GAP kapsamındaki tarımsal genişleme projelerinin tamamı gerçekleştiğinde bölgenin su bütçesi nasıl etkilenecek, yeterli suyumuz olacak mı sorusuna cevap aradık. Tabii bu, çalışmalarımızdan yalnızca birisi, insan kaynaklı iklim değişikliği ve özellikle su kaynaklarına etkileri üzerine başka çalışmalarımız da var.

- Son yıllarda şiddeti ve sıklığı artan, özellikle bu yıl -nihayet- medyanın gündemine de gelen aşırı iklim olaylarını iklim bilimi bağlamında değerlendirebilir misiniz?
- İklim, yıldan yıla, on yıldan on yıla, hatta daha uzun dönemler için değişkenlik gösteren bir olgu. Bir de bunun iklim değişikliği dediğimiz bir kısmı, yani bir trendi var. Holosen dediğimiz son 10.000 yıllık dönemde iklim çok değişmiyordu, ta ki son 100-150 yıla kadar. Bu dönemde bir trend oluşmaya başladı. Bu da ısınma olarak kendisini gösteriyor. Şimdi ısınmayla beraber ekstrem hava olayları, trendin üzerinde bir tarafa doğru kayıyor. Kayınca da, değişkenlik aynı bile kalsa, daha sıcak havaların ve sıcak hava dalgalarının daha uzun ve şiddetli oluşmasına yol açıyor. Yağışlarda da daha şiddetli yağışlara yol açıyor veya tam tersi oluyor, yağışların azalmasıyla daha uzun ve şiddetli kuraklığa neden oluyor. Son yıllarda sıcaklık artışıyla beraber gördüğümüz ekstrem hava olaylarındaki şiddet ve sıklık artışı da aslında beklenen bir durum. Zaten IPCC’in 6. raporunda (AR6) da bunlar ifade ediliyor. Biz de Türkiye’yle ilgili yaptığımız çalışmalarda, mesela şiddetli yağış olaylarına baktığımızda geçmişten günümüze yağış miktarında artış olduğunu görüyoruz.
- Peki, iklimsel etkileşim süreci nasıl işliyor? Basitçe anlatabilir misiniz?
- Ben hep tencere örneğini veririm: Camdan bir tencereyi alıp suyla doldurun; ocağın üstüne koyup kısık ateşte ısıtın. Zamanla buharlaşma başlar. Kısık ateşte içerideki havanın döngüsü yavaş olur ama siz ateşi yükselttiğinizde, daha fazla enerji vererek sıcaklığı artırırsınız. Dolayısıyla içindeki hava daha hızlı hareket edecek ve buharlaşma daha hızlı olacaktır. Damlaların kapakta toplanıp aşağıya düşmesi de hızlanacak ve miktar olarak da artacaktır. Benzer durum atmosfer için de geçerli. Son rapor bu durumu “küresel su döngüsünde hızlanma” olarak ifade ediyor. Her bir derecelik sıcaklık artışı buharlaşmada artışa yol açarak atmosferdeki nemi %7 artırıyor. Bu da yağış miktarının her bir derecelik ısınmayla beraber %7 artacağı ve şiddetleneceği anlamına geliyor. Mesela bunun yansımalarını da bugün Almanya’da ve Türkiye’de, Kastamonu ve Bartın gibi illerde görüyoruz. Gelecekte daha şiddetli yağış olaylarına şahit olacağız. İstanbul ile ilgili bir çalışmamızda da gelecekte aşırı yağışlı günler yağış miktarının artacağını, iklim değişikliği projeksiyonları üzerinden göstermiştik.

- Siz yıllardır insan kaynaklı iklim değişikliği üzerine çalışıyorsunuz. Varsayalım ki ben bu konuları hiç bilmiyorum, insanın iklime etkisini bana nasıl anlatırdınız?
- İnsan kaynaklı iklim değişikliğinin başlıca iki nedeni var; birisi fosil yakıt kaynaklı sera gazı artışlarından dolayı yaşanan iklim değişikliği, diğeri de arazi kullanımından dolayı meydana gelen iklim değişikliği. İklim sadece sera gazı salımıyla değil, bir yerde ormanı kestiğinizde veya bir araziyi tarıma açtığınızda da değişiyor. Yüzeyde yaptığınız her değişiklik, iklimde de değişikliğe yol açıyor. Son yıllarda daha çok gündeme gelen, sera gazı artışlarının sebep olduğu iklim değişikliğidir. Bu haliyle insan kaynaklı iklim değişikliğinin arkasında kömür, petrol, doğalgaz gibi fosil yakıt kullanımları yatıyor. Fosil yakıtların en fazla kullanıldığı sektör enerji sektörü. Arazi kullanımı-dönüşümü (ormancılık ve tarım faaliyetleri), sanayi, ulaşım ve inşaat (yapılaşma) diğer sera gazı emisyon kaynakları. Özellikle de elektrik talebini karşılamak için fosil yakıt yakıldığı zaman atmosfere fazla miktarda karbondioksit salınıyor ve atmosferdeki karbondioksit miktarı artıyor. Bildiğiniz gibi karbondioksit gazı güçlü bir sera gazı olarak Güneş’ten gelen kısa dalga enerjinin geçmesine izin veriyor, ama yerden yayınlanan uzun dalga enerjinin uzaya kaçmasını zorlaştırıyor. Böylece ısının atmosferin yere yakın kısmında daha fazla kalmasına sebep oluyor. Bu da küresel sıcaklığı artırıyor. Dünya’nın ortalama sıcaklığının 15°C derece olduğunu biliyoruz. Bu sıcaklığı oluşturan üç faktör var: Güneş’e olan uzaklık (ortalama 150 milyon km); Dünya’nın yansıtıcılığı (gelen enerjinin %30’unu yansıtır) ve sera gazları (Su buharı ve karbondioksit, sera etkisinin %98’inden sorumludur.)
- Sera gazları olmasaydı ne olurdu?
- Eğer ki bahsettiğimiz diğer iki faktör aynı kalıp sera gazları olmasaydı Dünya’nın ortalama sıcaklığı -18°C derece olacaktı. Sera gazları, gelen enerjinin bir kısmının sürekli içeride kalmasını sağlıyor. Ondan dolayı da sıcaklık 15°C’ye yükseliyor. Yani sera gazları 33°C’lik bir yükselmeye yol açarak iklimi daha ılıman hale getiriyor. Sera gazları bu açıdan çok önemli aslında. Biz bu dengeyi, atmosferdeki karbondioksit miktarını artırarak yukarı yönlü olarak bozuyoruz. Su buharı çok fazla değişmiyor; karbondioksitteki artış en büyük faktör, ardından da metan gazındaki artışın etkisi geliyor. Yılda 30 milyar tonun üzerinde karbondioksiti atmosfere salıyoruz. Bu da gezegenin doğal sera etkisini güçlendirerek ekstra ısınmaya yol açıyor.
- Metan gazının etkisini de konuşmak isterim. Raporda da metan gazı azaltımının olumlu etkilerine dair bazı ifadeler var.
- IPCC raporlarında iki ana belirsizlik vardı; biri metan gazının, bir diğeri de aerosollerin etkisiydi. Daha önceki raporlarda kullanılan modellerde “metan geri beslemesi” yoktu. Artık modellere dahil olduğu için bu konuda da bir netleşme görüyoruz. Öncelikle şundan bahsedelim: Metan gazında “geri besleme” denen bir durum var. Mesela küresel sıcaklıklar artıyor, kuzeyde permafrost dediğimiz donmuş topraklar ve buzullar da erimeye başlıyor. Topraktaki organik maddeler çürümeye başlıyor, bu da metanın açığa çıkması (emisyonu) demek. Metan, sera etkisi açısından karbondioksitten 23 kat daha güçlü bir sera gazı. Dolayısıyla ısınmayla beraber atmosfere emisyonu sera etkisini güçlendiriyor ve sıcaklıklarda fazladan artışa sebep oluyor. Yani pozitif geri besleme yapıyor. İnsan kaynaklı metan emisyonları; fosil yakıt endüstrisi, tarım ve hayvancılık ile atık sektörlerinden oluşuyor. Dolayısıyla en azından insan kaynaklı emisyonlar azaltılarak metan kaynaklı ısınma sınırlanabilir.

- ABD Çevre Savunma Fonu’ndan Fred Krupp, raporu değerlendirirken, “Küresel ısınma hızını yavaşlatmak için insan kaynaklı metan emisyonlarını kesmekten daha hızlı bir yol yoktur.” diyor. Tıpkı Krupp gibi metan gazının kesilmesi dünyayı kurtaracakmış gibi bir düşünceye kapılanlar var. Sizce “Fosil yakıtları yakmaya devam edelim, sadece metanı keselim” gibi bir anlayış doğru bir yaklaşım mı?
- Hayır! Çünkü metanın, karbondioksite göre toplam ısınmaya etkisi daha az. Sadece metan gazını keserek küresel ısınmayı durduramazsınız. Karbondioksit artışı ısınmayı devam ettirecektir. Bu durum donmuş topraklarda ve deniz buzulları altındaki metanın çıkmasına sebep olacak ve ısınmayı güçlendirecektir. Isınmayı başta karbondioksit salımına neden olan fosil yakıt kullanımını azaltarak durdurabiliriz. Tabii ki insan kaynaklı metan emisyonlarını da azaltmak önemli katkı yapacaktır.
- Bu arada raporda “iklim duyarlılığı dengesi” kavramı kullanılıyor; 2013’teki raporda bu, en iyi tahmin değilse de 1,5°C ila 4,5°C arasında değişiyordu. Bu sefer, aralık daralarak kesinleşmiş, 3°C değeri belirtiliyor. Bu ne anlama geliyor?
- İklim duyarlılığı dengesi çok detaylı bir konu ama kısaca şöyle açıklayabiliriz: Modellerin iklim zorlamasına olan tepkisi olarak tahmin edilen sıcaklık artışı, sera gazlarındaki artışa tepki olarak oluşan ilk ısınma ile sonrasında iklim sistemindeki geri besleme mekanizmaları tarafından belirlenir. Farz edelim, sera gazlarındaki artış neticesinde iki derecelik bir sıcaklık artışı oluyor ama ısınan atmosfer daha çok nem tutarak sera etkisini güçlendirebiliyor ve son kertede toplam ısınmayı yarım derece daha artırabiliyor. Ya da ısınma sonucu kar örtüsü azalabiliyor ve bu durumda yerde daha fazla enerji kalacağı için toplam ısınma artabiliyor. Bu etkiyi görmek için gerçekleştirilen simülasyonlara “iklim duyarlılığı simülasyonları” denir. Referans döneme göre karbondioksiti iki katına çıkardığımızda ne kadar ısınma meydana geleceğini ortaya çıkaran simülasyonlar, modellerin iklim duyarlılığına karşılık geliyor. Bundan önceki raporlarda, belirttiğiniz gibi bir aralık veriliyordu ama bunda daha net bir değer var.

- Şimdi daha çok Türkiye ve çevresine odaklanalım. Öncelikle şunu sormak istiyorum: Niçin Akdeniz “sıcak nokta/bölge” olarak geçiyor?
- Türkiye bir Akdeniz ülkesi ve Akdeniz de iklim değişikliği açısından sıcak bir bölge. Sıcak bölge olmasına yol açan olay “Hadley hücresi”nin kuzeye genişlemesiyle açıklanıyor. Yani ekvator ile 30 derece enlemi arasında bir balon var gibi düşünün: O balon, ısınma etkisiyle kuzeye doğru genişleyip çöl iklimini bize yaklaştırıyor, çöken havanın olduğu “subtropikal iklim” kuşağı etkisi altına sokuyor. Çöken hava ısınır, ısınan hava da yağış üretemez. Yaz mevsiminde güney bölgelerimizin çok az yağış almasının sebebi budur. Küresel ısınma ile beraber güney bölgelerimiz bu etkiye daha fazla maruz kalacaktır.
- Bugünkü seyirde gidersek insan kaynaklı iklim değişikliği, bu bölgeyi ve Türkiye’nin diğer bölgelerini nasıl etkileyecek?
- Akdeniz bölgemizde, özellikle de Antalya ve çevresindeki yağışlarda ciddi azalma bekliyoruz; kötü senaryoda bu azalma %20-25 aralığında. Son rapordaki yağış projeksiyonu haritalarına baktığımızda da bu açıkça görülüyor. Bunun aksine Doğu Karadeniz bölgesinde ise yağışlarda bir miktar artış bekliyoruz; bu bölgede yağış ya çok değişmeyecek ya da bir miktar artacak. Bize yağış getiren sistemler genellikle batı ve orta Akdeniz’de ya da Atlas Okyanusu’nun kuzeyinde doğar ve batıdan doğuya esen rüzgârlarla bize gelir. Bunların batı-doğu istikametinde yörüngeleri var: Hava raporlarında çokça duyduğumuz “Balkanlar üzerinden gelen” yağış sistemleri. Küresel ısınmayla beraber subtropikal yüksek basınç kuşağının kuzeye kaymasıyla bunların yörüngeleri de kuzeye kayacaktır. Kuzeye kaydığı zaman da Akdeniz bölgemiz daha az yağış sistemine, yani daha az yağışa maruz kalırken Karadeniz bölgemiz de daha fazla yağış sistemine, yani daha fazla yağışa maruz kalacaktır. Küresel sıcaklıkların günümüzden 6°C daha düşük olduğu son buzul döneminde bu sürecin tam tersi meydana gelmişti, yani subtropikal yüksek basınç kuşağı güneye kaydığı için yağış sistemleri daha güneyden hareket ediyorlardı ve Akdeniz bölgesi günümüze kıyasla daha fazla yağış alıyordu. Küresel sıcaklık artışıyla beraber fırtına yörüngeleri kuzeye doğru kayıyor ve bu durum güney bölgelerimizde yağışları azaltırken kuzey kesimlerimizde bir miktar artışa yol açıyor.
- Peki ya sıcaklık artışlarındaki durum nedir?
- Türkiye’nin her yerinde sıcaklıklar artacak. Ancak İç Anadolu, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’ya doğru gittikçe artış daha fazla olacak. Bunun nedeni de karasal iklimde olmaları. Denizlerin etkisinin olduğu kıyı bölgelerinde, özellikle de Karadeniz kıyılarında sıcaklık artışları daha az olacak. Hatta İstanbul’da bile artış nispeten sınırlı olacak. Sıcaklık artışları kötümser senaryoya göre fazla, iyimser senaryoya göre az olacaktır.

- Şimdi biraz farklı bir konuya odaklanalım. Siz medyanın iklim değişikliğine bakışı üzerine de çalışıyorsunuz. Son yıllarda medyanın iklim değişikliğine bakışında nasıl değişiklikler gözlemlediniz? Kamuoyu ilgisi açısından hangi olayların kilometre taşı olduğunu düşünüyorsunuz?
- Bu konu Sabancı Üniversitesi-İstanbul Politikalar Merkezi’nde incelediğim bir konuydu. Bizde iklim değişikliğinin 2006-2007’ye kadar neredeyse hiç gündeme gelmediğini gördüm. Dönüm noktası 2007 yılıdır. O yıl IPCC’nin 4. Gelişme Raporu (AR4) açıklanmıştı ama sadece raporla da izah edilemez bu değişim. Çünkü 2001’de de bir rapor açıklanmış, belirli çevreler hariç medyanın ilgisini çekmemişti. Ancak AR4 öncesinde bazı olaylar yaşanmıştı; 2005’te Katrina Kasırgası ABD’yi vurmuştu. Bununla birlikte The Day After Tomorrow (2004) filmi ve Al Gore’un hazırladığı An Inconvenient Truth (2006) ile Leonardo Di Caprio’nun seslendirdiği The 11th Hour (2007) gibi belgesel-filmler vizyona girmişti. Bunlar hep zemin hazırladı. Ve tabii 2007 çok kurak bir yıldı; dünyanın dört bir yanındaki tarımsal alanlarda kuraklık yaşanıyordu, Türkiye’nin batısı da kuraklık etkisi altındaydı; Ankara ve İzmir’de su açısından durum pek iyi değildi. İstanbul’da ise su bitmişti neredeyse. Özellikle İstanbul etkilenince, medyanın merkezi de İstanbul’da olduğu için medya ve kamuoyunda bu konuya ilgi uyandı. O yıl haberler hep şuna benzer bir söylemle başlardı: “Küresel ısınmadan dolayı meydana gelen kuraklık”. 2009’a geldiğimizde ise şiddetli yağış olaylarını gördük. Ayamama Deresi taştı mesela, sel ve taşkınlarda 30’dan fazla kişi hayatını kaybetti. Yaptığım çalışmada da gördüğüm üzere medya buna “küresel ısınma” diyemedi, o günden sonra da “iklim değişikliği” kavramı daha çok kullanılmaya başlandı.
- Ya bugün?
- Tabii bugün daha farklı. Farkındalık gittikçe arttı. Ancak içerik konusunda değişen pek bir şey yok. Ben de bundan mustaribim aslında. Mesela benimle bir söyleşi yapılıyor, söylediğimi tam yansıtmayan, içeriğin dışına çıkarılan bir laf çekiliyor veya muhabir benim söylediğimi kafasına göre yorumluyor. Böyle olunca da yanlış anlaşılmalar oluyor. Veyahut yarım saat boyunca çekim yapılıyor, oradan 30-40 saniyelik bir kısmı yansıtılıyor. Ne anladım ben bundan! Onun yerine burada yaptığımız gibi uzun söyleşiler ve bilim insanlarının daha uzun soluklu konuşabildiği Teke Tek gibi programlar daha faydalı oluyor.
- Haklı bir serzenişte bulundunuz. Çevre konularında haber yapan çoğu basın mensubunun, iklim okur yazarlığı açısından noksan olduğunu söyleyebilir miyiz?
- Yani Türkiye’deki çevre muhabirlerinin bu konularda yeterli bilgisi yok. Sorulan sorudan anlaşılıyor bu. İyi bir söyleşi için iyi sorular sormanız gerekiyor. Yani mesela bu yeni raporda, “2050 yılına kadar Arktik deniz buzulu, en az bir yıl için Eylül ayında tamamen kalkabilir,” deniyor. Bana soru şu şekilde geliyor: “2050 yılında buzullar tamamen eriyecekmiş. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?” Buna benzer şekilde, biz “kötü senaryoya göre” diyerek yağış miktarının azalacağına dair bir model bulgusunu açıklıyoruz. Muhabirin bunu yansıtması, “Türkiye’nin güneyi kuruyacak!” oluyor. İyi de ben böyle bir şey demedim ki! Kısacası medyada iklim değişikliğine dair haber içeriklerinin The Guardian, Independent veya CNN gibi mecraların düzeyinde olmadığını görüyoruz. Arada çok büyük fark var. Bu tip yayıncılık yapan mecralardan çok şey öğrenirsiniz, bizimkilerin çoğuna baktığınızda ise kafanız karışır. Bir kere spekülatif haberle olmaz, iş felaket tellallığına dönüyor ve farkındalık oluşturmaya yönelik bir faydası da olmuyor. Ve ben şunu da çok istedim; çevre muhabirlerine, gelin size hızlandırılmış bir iklim değişikliği kursu verelim dedik. İstemediler.

- Cevabını çok merak ettiğim, kısa ve net bir soru soracağım: Türkiye niçin Paris İklim Anlaşması’nı imzalamıyor?
- Ah keşke ben de bunun cevabını bilebilsem. TBMM’de İklim Değişikliği Komisyonu var, Prof. Dr. Veysel Eroğlu başkanlık ediyor. Komisyon bu konuyla ilgili olarak birçok kişiyi, ben de dahil olmak üzere davet edip dinlemişti. Ben, Türkiye’deki su kaynakları açısından konuşmuş, konuşmamın sonuç kısmında net bir şekilde, “Türkiye, Paris İklim Anlaşması’nı onaylamalıdır. 2030 yılı için daha gerçekçi bir hedef koymalı ve 2050 için de taahhütte bulunmalıdır,” demiştim. Bu komisyonla birlikte ben ve pek çok arkadaşta, “onaylanacak” şeklinde bir beklenti oluştu ama halen onaylanmadı.
- Bu çekincenin nedeni nedir?
- Sanıyorum bir kafa karışıklığı var. Biz daha önce 1992’deki BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni imzalamıştık. Bunu imzalarken de yanlış bir kararla “zengin ülkeler” grubunda yer almıştık. Zengin ülkelerin, durumu iyi olmayan ülkelere yardım etmesini gerektiren bir yönü vardı. Daha sonra hatanın farkına varıldı ve 10 yıldan uzun bir süre o gruptan çıkmaya çalışıldı. Nihayetinde 2001’de Marakeş’teki toplantıda o gruptan çıktık. Çıktık ama kimilerine göre bizim bazı yükümlülüklerimiz devam ediyor.
- Paris İklim Anlaşması’nın bize ekonomik bir yükümlülük getireceğinden mi korkuluyor dersiniz.
- Evet. Bundan kaynaklı bir çekince oluşmuş olabilir diye düşünüyorum.
- Sizce bu anlaşmaya imza atmamamız ne gibi sorunlar yaratıyor?
- Bir kere bizim için kötü bir imaj yaratıyor. İran, Irak, Eritre, Yemen, Libya ve Türkiye… Yani onaylamayan sayılı ülkeden biriyiz. Ama “2030’a kadar %21 azaltım” şeklinde bir taahhüdümüz var aslında. Paris İklim Anlaşması taahhütlerini takip eden Climate Action Tracker sitesine baktığınızda Türkiye için “çok yetersiz”, yani bugünkü seyirde 4 dereceden fazla ısınma yaratan bir kategoride olduğunu görürsünüz. Türkiye ile aynı kategorideki ülkeler: Vietnam, Arjantin, Rusya, Ukrayna ve Suudi Arabistan. Ama Türkiye zaten onaylamadığı için bunların bir karşılığı yok. Şimdi mesela AB, Yeşil Mutabakatı kabul etti. 2050’ye kadar net karbonu sıfırlama hedefinde. Türkiye çok uzakta kaldı. İşin iklimsel boyutu bir yana bu konuda verilen uluslararası fonları da kaçırıyoruz.
- Aşırı iklim olayları sebebiyle özellikle bu yıl çok canımız yandı. Buradan hareketle Kasım ayında gerçekleşecek olan COP26, Türkiye için bir dönüm noktası olabilir mi?
- Bilemiyorum. Bir kere önceki yükümlülükler kalktı mı kalkamadı mı onun cevabı konusunda kafa karışıklığı var. Böyle olunca da çekince oluyor. Bir de biz hep bir şart koşuyoruz. Bununla beraber diğer ülkeler işin ekonomik kısmını çok düşünüyor. Çok büyük paralar konuşuluyor. Yüzlerce milyar doları bulan fonlardan bahsediyoruz. Bundan herkes bir pay almak istiyor. Bunun için de herkes kendisini “yeşil” gösterme çabasında. Buna karşın biz halen fosil yakıta, kömüre dayalı termik santral projelerini konuşuyoruz. Akıntıya ters yönde kürek çekiyoruz. Hal böyleyken de kimse bize finansman falan sağlamaz.
- COP26’nun faydalı sonuçlar doğurması için Çin ve ABD’nin duruşu çok önemli olacak. En çok emisyona neden olan bu iki ülkeyi samimi ve çözüm odaklı buluyor musunuz?
- ABD açısından konuşacak olursak bir Trump ABD’si vardı ama şimdi Biden koltukta. Trump, ABD’yi anlaşmadan çekmişti, Biden’la tekrar geri dönüldü. Bu açıdan baktığımızda ABD bu konuda adımlar atacak gibi gözüküyor. ABD dünyanın lider ülkeleri arasında; herkes ona “ne yapacak” diye bakıyor. ABD elini taşın altına daha fazla koyarsa bu problem çözülebilir, koymazsa maalesef çözülemiyor. Böyle bir durum var. Bir de ABD’nin emisyonlarında düşüş olması umut veriyor. Çin de büyük bir ülke ama emisyonları artıyor. Bu açıdan Çin’in nasıl davranacağını kestiremiyorum. Bununla birlikte birçok ülke, şunu yapacağız bunu yapacağız diyor ama söylediği ile yaptığı birbirini tutmuyor. Özellikle ABD ve AB, burada bir gelecek, bir para olduğunu gördü. Bununla ilgili kim daha önce hareket ederse pazar payını o alacak. Mesela elektrikli arabalar. ABD bununla ilgili bir işaret verdiğinde, diyelim ki “2030’a kadar satılan araçların %50’si böyle olacak,” dediğinde, bundan en fazla geliri elde etmek için yapacaktır. Böyle dediği zaman bir şeylere karar verilmiş demektir. Öncü olmak için hareket ediyor demektir yani; “bunda bir pazar varsa onu da ben kazanacağım” diyor.
- Birleşik Krallık da böyle mesela. 2050’de net sıfır emisyona geçmek için 2030-2035 aralığında %100 elektrikli araçlara geçme hedefleri var. Ona göre elektrikli araçlarda kullanılacak piller için de yatırım yapıyorlar şu anda.
- İşte tabii ki. Öncü olmak için altyapıyı hazırlıyor. Öncü olan da pazarı domine eder.
- 2015’te Paris İklim Anlaşması’na imza atan ülkelerin çoğunun, karbon azaltmaya yönelik sözlerini tutmadıklarını, önemli adımlar atmadıklarını da görüyoruz.
- Climate Action Tracker’a göre 1,5 °C taahhütlerine tam anlamıyla uyan iki ülke var: Biri güneş enerjisine büyük bir yatırım yapan Fas diğeri ise Gambia. Uygulamaları, küresel ısınmayı 2°C altında tutacak yeterlilikte olan ülkeler ise Butan, Kosta Rika, Etiyopya, Hindistan, Kenya ve Filipinler. Bunun dışındaki ülkeler, kademe kademe daha yüksek sıcaklara neden olacak düzeylerde. Bence bazı ülkeler, bir süredir altyapıyı hazırlıyor. Bu süreçte birbirlerini kolluyorlar. Altyapı hazır olduğu an tak diye geçecekler. Bu ülkeler kazanacak ama halen fosil yakıta yatırım yapan ülkeler kaybedecek.
- Son olarak merak ettiğim bir şey daha var. BM, küresel ısınmayı azaltmak için et tüketiminin azaltılması ve gıda sistemlerinin dönüşmesi gerektiğini söylüyor ama et tüketimini azaltma ve hatta veganlık, büyük bir çözüm olarak sunulmuyor. Bu konudaki düşüncelerinizi merak ediyorum.
- Bazı ürünlerin üretimi çok maliyetli ve sera gazı emisyonu açısından da sorunlu. Et de üretim açısından böyle. “Herkes sizin gibi yaşasa kaç tane Dünya gerekirdi?” gibi bir soruya cevap veren bazı web siteleri var; yediğiniz et miktarı, aylık alışveriş miktarınız, ulaşım mesafeleriniz vb. bilgileri giriyorsunuz. Sonuç olarak diyor ki “herkes sizin gibi yaşarsa şu kadar Dünya gerekir.” Halbuki bir tane Dünya var. Öğrencilerime bu testi yaptırıyorum bazen, hiçbir öğrencim bire yaklaşamadı. Et tüketimini azalttığını söyleyen bir öğrencim vardı, bir tek onunkinde ciddi azalma vardı. Mesele sadece et de değil aslında tüketim anlayışımızda sorun var. Dikkatli olmamız gerekiyor. Çünkü tüketim demek bir yerde üretim demek. Üretim de enerjiye ihtiyaç duyuyor. Enerji de daha çok fosil yakıtlardan geliyor. Bir yandan üretimde temiz enerji kaynaklarına yönlenmek, diğer yanda tüketirken de çok fazla sera gazı salımına neden olan ürünlerden kaçınmak gerekiyor. Kısacası bu sorunun çözümü biliniyor: Fosil yakıtların kullanımının hızlı bir şekilde azaltılması ve zaman içinde sıfırlamak. Hatta sıfırlasak bile atmosferdeki karbondioksitin bir kısmını da “karbon yakalama” yöntemiyle almamız gerekiyor. Buna karşın adaptasyon, uyum politikaları üzerinde konuşuluyor. Sadece uyum politikalarıyla olmaz. Mesela bir hasta var, ameliyat olması gerekiyor. Siz bu hastaya ağrı kesici veriyorsunuz. Ağrı kesici vermek problemi ortadan kaldırmaz. Sadece bir miktar rahatlama sağlar. İklim değişikliği ile mücadelede uyum politikaları da ağrı kesici gibidir. Ancak asıl çözüm hasta için ameliyat olduğu gibi burada da fosil yakıt kullanımının sıfırlanmasıdır.
1 thought on “Prof. Dr. Ömer Lütfi Şen: “Yüzeyde yaptığınız her değişiklik, iklimde de değişikliğe yol açıyor.””