
Çocukken sizi azametiyle büyüleyen bir buzulun yerinde bugün balçıktan başka bir şey olmadığını görseniz tepkiniz ne olurdu? Andri Snær Magnason, Kringilsárrani buzulunun insan etkisiyle su altında bırakılarak erimeye terk edilmesine karşı tepkisini kalemiyle veriyor; Zaman ve Suya Dair: Bir Buzula Ağıt kitabını yazıyor.
Aile hikâyesi üzerinden kurduğu zaman ilişkisi ile söz konusu tahribatı ilişkilendirerek yola çıkıyor. Bu sayede okurla samimi bir bağ da kuran Magnason, tıpkı bir arşiv odasındaymışçasına aile bireylerinin anılarını bir bir çıkarıp bize sunuyor, bu sayede zaman kavramını irdelerken bir buzulun geçmişine de ağıt yakıyor. Sadece dededen toruna olan bir süre zarfında yaşanan gezegen tahribatını gözler önüne seriyor.
“Buzullar, ağaç halkaları ve tortul yatakları gibi öyküler anlatan donmuş elyazmalarıdır; bunlardan bilgi toplayıp geçmişe dair resim çizebilirsiniz.” (s.154) Magnason da adeta buz kütlelerinden parçalar çıkarıp insanın doğaya etkisini gösteren bir resim çiziyor.
Sorun: Gerçekliği ekonominin belirlemesi
Yazar, yaşanmış hikâyelerle yerelden küresele bir tükeniş yolculuğuna çıkarıyor bizi. Dünyanın dört bir yanındaki iktidar sahiplerinin bir vadi, bir şelale veya herhangi bir doğal yaşam alanını daha kurban etmeye her daim hazır olduğunu belirten Magnason, sadece İzlanda değil, dünyanın dört bir yanındaki bu fütursuzluğun görünen ve olası sonuçlarını gözler önüne seriyor.
Kringilsárrani’nin başına gelenleri ele alarak gerçekliği tanımlama ve doğanın değerini tartışma gücünün sadece ekonomiye ait olmasını da açıkça eleştiren Magnason, Kringilsárrani gibi doğal bir alana, sanayiye elektrik (hidroelektrik santrali) sağlamak gibi bir bahaneyle baraj inşa edilmesine ve buzulların yok edilmesine haklı olarak karşı çıkıyor.
“İzlanda enerji şirketlerinin, İzlanda platolarının başlıca incilerinin tümden yıkımına yönelik büyük planları vardı. Pembe ayaklı, küçük tarla kazlarının dünyadaki en büyük yuvalama alanı olan Thjórsárver’i, Manhattan büyüklüğündeki bir su havzasının altına gömeceklerdi. Torfajökull bölgesindeki jeotermal alanlar tehlike altındaydı: Skjálfandafljót’teki Aldeyjarfoss, Skagafjördur’un apak buzul ırmakları … İzlanda platolarında güzel ve kutsal olan neredeyse her şey, çokuluslu üreticilere ucuz enerji satmak uğruna set çekilme, patlatılma, batırılma riski altındaydı.” (s.51)
Aklın yolu bir. Bu tip alanların koruma alanı ilan edilmesi gerektiğini savunuyor. Tabii siyaset ve paranın iç içe olduğu durumlarda bu tip doğal alanlar, ekonomik alana, daha doğrusu talan, rant ve peşkeş alanına dönüşüyor. Bu da bize ülkemizde yaşanan birçok örneği hatırlatıyor.
Dünya’da insan kaynaklı en hızlı değişikliklerin, son 20-30 yılda yaşandığını belirten Magnason, buzul erimesinin nedenlerinin peşine düşüyor; karbon salımının okyanuslara nasıl etki ettiği, tüketim alışkanlıklarımızın nasıl habitat ve biyoçeşitlilik kayıplarına neden olduğu gibi konuların çevresinde dolanıyor, durumun vahametini gözler önüne seriyor. Doğal çevremize bu zararı vermemizin, açıkça doğa bilgisinden yoksun olduğumuzu ve açgözlülüğümüzü gösterdiğini söylüyor.
Buzullar neden eriyor? Erirse ne olur?
Bakıldığında “Buzullar eriyor” cümlesi, buzullardan binlerce kilometre uzaklıkta olanlar için hiçbir şey ifade etmeyen bir haber cümlesi gibi gözükse de Magnason bize kötü haberi bir kere daha veriyor: Buzullardan ne kadar uzakta yaşarsanız yaşayın, milyonlarca insanın bugünkü yaşam alanı, yukarıdaki haber cümlesinin bir sonucu olarak on yıllar içinde sular altında kalacak. Ve farklı araştırmaların gösterdiği üzere Türkiye’nin de bundan nasibini alması bekleniyor.
Deniz seviyelerinin sadece 0,74 metre yükselmesiyle 400.000 kilometrelik arazinin sular altına gömüleceğini ve bu büyüklükteki karasal alanda 115 milyon insanın yaşadığını hatırlatan Magnason, bir bilim insanı olmasa da bilim ile edebiyat arasında kalemiyle köprü kuran bir yazar olarak önemli bilgiler veriyor. Sözgelimi buzulların çökmesinin istikrarsızlık, mahsul kıtlığı, yokluk, çatışma, hatta hiç görmediğimiz daha ciddi felaketler yaratacağını dile getiriyor. Resmettiği gelecek endişe veriyor.
Peki ama buzullar niçin eriyor? Okyanuslar, saldığımız karbondioksitin yaklaşık %30’unu soğuruyor, buna karşın okyanuslar bu işi gereğinden fazla yaparak asitleniyor ve canlı yaşamı da bu sebeple boğuluyor. Karada da durum farklı değil, saldığımız karbondioksit, toprağın soğurma kapasitesinin üzerinde. Bu da atmosferi ısıtıyor ve bunun çeşitli etkilerinden biri de buzul erimesi. Yaşanan geri beslemeli döngü de bu süreci hızlandırıyor. (Konuyla ilgili yapılan son çalışmayı anlatan haberimizi okumanızı öneririz.)

Bilim insanı olmayanların da bu konulara odaklanması, dile getirmesi önemli
Bu kitabın önemini ortaya koyan bir diğer unsur ise bu konuları, bilim insanlarının dışında kalan kesimlerin de konuşması gerektiğini hatırlatması. Magnason, bilim insanı olmadan iklim krizi üzerine yazma konusunda çekincelerini dile getirirken, saygın bir bilim insanının ona verdiği karşılık, hepimiz için ders niteliği taşıyor.
Almanya’daki Potsdam İklim Araştırmaları Enstitüsü’nden Prof. Wolfgang Lucht, kendisine şunları söylüyor: “Bilim insanları iletişim uzmanları değil. Yardım almazlarsa bilgileri, sağır kulaklara ulaşmaya mahkûm. Madem bir yazarsınız ve bu konularda yazma gereksinimi duymuyorsunuz, o zaman ya bilimi ya da meselenin ciddiyetini kavrayamıyorsunuz demektir. Nelerin risk altında olduğunu anlayan hiç kimse başka bir şeye öncelik vermemeli. (…) İnsanlar sayıları, grafikleri anlamıyor ama hikâyeleri anlıyorlar. Sen hikâye anlatabiliyorsun. Hikâye anlatmalısın.” (s.56-58)
Halk tarafından anlaşılmayan ifadeler kullanmak yerine yaşadığı anılar ve tecrübeler üzerinden iklim krizine gerçekçi ve samimi bir bakış atan; bunu anlaşılır kılmak için de hikâye anlatma yolunu seçen Magnason’un duyarlılığı, her satırda kendisini gösteriyor. Olayların birbiriyle olan bağlantısını ustaca kurması ve hayatından verdiği örnekler, okur için anlaşılır ve etkileyici bir nitelikte. Bu haliyle Zaman ve Suya Dair, bu konulara bilim insanı titizliğiyle yaklaşan yazar ve gazetecilere kulak vermenin önemini de açıkça gösteriyor.
100 yıl ne kadar uzun bir süre?
Peki bu mesele bu kadar önemliyken niçin bir atalet içindeyiz? Mesela 100 yıl, bize uzun bir süre gibi geliyor değil mi? Yazar, 2050, 2070 veya 2100 gibi yıllarla bağ kurmakta zorlandığımızı, bu sebeple de bu yıllara işaret eden iklim tahminlerine burun kıvırdığımızı söylüyor.
Bilim insanları ve çevre duyarlılığına sahip kimseler, bu zaman aralıklarının “hemen yarın” demek olduğunun farkında: “Küresel ısınma’ gibi sözcüklerin en küçük ayrıntısını kavrayabilirsek durumu bir peri masalındaki bir tehdit gibi algılayamayız: Dehşete düşmeliyiz.” (s.60) 100 yaşını geçen dedesinin de buna cevabı açık: “Sanki daha dün Arnarfjördur’daki ringa avlayan teknede, Western’de çalışıyordum.”
Burada şu ifade öne çıkıyor: “Sanki dün gibi…” Bugün doğan bir bebeğin de 2100’e gelindiğinde şunu demesi çok olası: “Sanki dün gibiydi gezegenin sağlığının yerinde olduğu; permafrost ve buzulların halen yerinde olduğu, iklim mültecilerinin olmadığı, 1 milyon türün kaybolmadığı, canım şehirlerin sular altında kalmadığı günler.”
Magnason, “Dünya, genelde bir şeylerin ortasındayken değil, geçmişe bakarken daha iyi anlaşılır,” diyor ve kitapta izlediği yol da bu aslında. Bu eser, bize ve zamana bakışımıza dair çok şey anlatıyor. Ekolojik farkındalığı metnin merkezine koyarak anılar ve bilimsel gerçekler arasındaki çizgiyi muğlaklaştırıyor. Her bölümü kısa ve öz bilgilerle beslediği kitabında yazar, okurun konuya dair bilgi dağarcığını ve farkındalığını da geliştiriyor.

Eylem çağrısı
Buzulların önemini, insan etkisiyle erimesinin nelere mal olacağını ve neler yapılması gerektiğini de tek tek yazdığı kitabında Magnason, çekincelerini, şikâyetlerini ve eleştirilerini açıkça dile getiriyor. Aynı zamanda kendi neslinin özeleştirisini de yaptığı samimi bir anlatıyla bir ağıt olduğu kadar eylem çağrısı niteliği de taşıyan eserinde, genç nesilde bulduğu umudu da bize aktarıyor.
Domingo Yayınevi etiketi taşıyan ve Kadir Yiğit Us’un çevirisiyle okuduğumuz Zaman ve Suya Dair, birçok açıdan dikkate değer bir eser. Konuyla ilgili birçok eserin gözden kaçırdığı noktaları, anlaşılır bir dille okura hatırlatıyor ve “bize dair” bambaşka bir bakış açısı sunuyor, farkındalığı artırıyor ve harekete geçiriyor.
Yazı: Batuhan Sarıcan (info@gastroeko.com)