
Amitav Ghosh’un zihin açıcı eseri Büyük Kaos, çağdaş kültürü de “yok oluş” kapsamına alarak insan kaynaklı iklim değişikliği ve ekolojik tahribata dair bakış açımızı genişletiyor. Göz ardı ettiklerimizi, akıcı bir dille önümüze seriyor.
Yazı: Batuhan Sarıcan
Bundan sadece on yıl kadar önce, iklim değişikliği üzerine yazılan kitapların Türkçe çevirilerine pek ulaşamıyorduk. Bir iki tanesini kitabevlerinin raflarında görünce seviniyor ve hemen edinip sayfalarını çevirmeye başlıyorduk.
Buna karşın özellikle son birkaç yıldır, konuyla ilgili o kadar çok kitap çevrilir oldu ki artık hızına bile yetişemiyoruz. Bunun sevindirici bir gelişme olduğunu söyleyebiliriz. Ancak konuyla ilgili sağlam bir editör süzgecinden geçmeden çevrilen her bir iklim değişikliği kitabı, bazı riskleri de beraberinde getiriyor.
Ne ki iklim değişikliğine dair bazı kitapların birbirini tekrar ettiği ve didaktik bir anlatımla okuru bilgi bombardımanına tuttuğu, sınadığı ve sıktığı da görülüyor. Bu da şüphesiz, ilgili konuda çıkan kitapları seçme konusunda okurda çekince yaratıyor ve zorluk yaşatıyor. Bu durum, konuyla henüz ilgilenmeye başlamış yeni okuru da iklim değişikliği meselesinden ve bu tip kitaplardan uzaklaştırma riskini de beraberinde getiriyor.
Ancak elimizde öylesine güzel bir örnek var ki bırakın bu riskleri taşımayı; adeta iklim değişikliğine daha önce bakmadığımız pencerelerden bakarak bakış açımızı genişletmemizi sağlıyor. Amitav Ghosh’un Büyük Kaos’undan bahsediyoruz…

Kapağındaki “İklim Değişikliği ve Hiç Düşünülmeyenler” ifadesinin altını başarıyla dolduran kitap, çağımızın krizine edebiyat, tarih ve politika ekseninde yeni bakış açıları sağlıyor. Yerelden küresele hiç düşünülmeyenleri düşünmemize vesile oluyor.
“İklim değişikliği, edebiyatın ve politikanın odağında olmalı”
Yaşadığı gezegenin çevresel sorunlarının farkında bir yazar olarak Ghosh, Büyük Kaos’taki anlatılarıyla iklim değişikliğinin “bazılarını ilgilendiren” spesifik bir konu değil, hepimiz için yaşamsal bir mesele olduğunu bir kere daha hatırlatıyor. Bu konunun edebiyat ve politika çevreleri tarafından odak haline getirilmesi gerektiğini savunuyor.
Bu noktada Ghosh, tarih boyunca kültür sanat dallarının savaşlara, felaketlere ve birçok türden krize yanıt veriyorsa o halde bugün neden iklim değişikliğine karşı tuhaf bir direnç gösterdiğini de açıkça sorguluyor.
Kitabın ilk bölümünde edebiyat çevrelerine, konuyla ilgili ciddi eleştiriler yöneltiyor. Yazarların, içinde bulunduğu çağın büyük meselelerini, kurgusal açıdan işlemesi gerektiği gibi bir derdi var sözgelimi. Bu büyük meselenin neden halen kurgunun konusu olarak görülmediğini, görülse bile neden “bilim kurgu” sınıfına sokulduğunu sorguluyor.
Bununla paralel olarak yayınevlerinin de iklim değişikliğini konu alan kitapları küçümsediğini düşünüyor. Türkiye’deki yayınevlerinin çoğunu düşündüğümüzde de Ghosh’un haksız sayılmadığını söylemek gerek. Bu vesileyle iklim değişikliğiyle ilgili nitelikli kitapları seçerek Türkçeye kazandıran yayınevlerine de teşekkür edelim.

(Foto: Innisfree987, https://commons.wikimedia.org/wiki/File:Amitav_Ghosh_-_River_Of_Smoke_2011_a_crop.jpg)
Bu kitapta okuru sıkacak bilgi bombardımanı yok
Ghosh, insanın yuvası olan Dünya’yı kendi elleriyle yok oluşa sürüklediği Antroposen’in, yalnızca sanat ve beşerî bilimler için değil, aynı zamanda sağduyu anlayışımız ve bunun ötesinde çağdaş kültür için de bir meydan okuma sağladığını da düşünüyor.
Bu açıdan iklim değişikliğini, edebiyatın yanı sıra tarih ve politika üzerinden de ele alan yazar, içinde bulunduğumuz iklim krizini, okuru bilgi bombardımanına tutarak değil, yaşanmışlığa dayalı bilgilerle anlatma yolunu seçiyor. Sözgelimi ailesinin geçmişinde yaşadığı göçün temellerini, doğrudan bir felakete bağlıyor. Bu bağlamda ekolojik mülteciliğin izlerini de taşıyan yazar, yakın tarihten örnekler vererek eko-eleştirileriyle okurda da tarihi ve politik farkındalık yaratıyor.

Kalküta’dan Mumbai’ye kadar gerçekleşen çeşitli doğal felaketlerin etkilerini, sıfır noktasından gözlemleriyle gözler önüne seren Ghosh, bu olayların fantastik veya distopik dünyalarda gerçekleşmediğini, bugünün gerçek dünyasında yaşanan “gerçeklerimiz” olduğunu apaçık gösteriyor. Bu tip felaketlerde ortaya çıkan yıkımları da önlem almaktan aciz yöneticilere ve sistemin düzenine bağlıyor.
Bu haliyle iklim krizine önlem alınmamasının arkasındaki saiklere de değiniyor. Sözgelimi Nikobar adalarındaki tsunamiyi örnek vererek şunları yazıyor: “Nikobarlar’da gördüklerimin, şu anda dünya çapında egemen olan bir yerleşim modelinin mikrokozmik bir versiyonundan başka bir şey olmadığını anladım. Suya yakın olmak, bir tür zenginlik ve eğitim işaretidir, denize sıfır konum bir statü sembolüdür, okyanus manzarası gayrimenkulün değerini büyük ölçüde artırır. Suya yakınlığın gücü ve güvenliği, hâkimiyeti ve fethetmeyi temsil ettiği bir dünyadaki sömürgeci vizyon, şimdi dünya çapında orta sınıf yaşam kalıplarının temellerine dahil edilmiştir.” (s.45)
Yoksulluğu, karbon ekonomisinin yarattığı eşitsizliklerin bir sonucu olarak gören Ghosh, doğal kaynakları sömüren düzene de eleştiri getiriyor. Bu noktada emperyalizm ve kapitalizmin tarihine de ışık tutarak, fosit yakıt özelinde insan kaynaklı iklim değişikliğinin arkasındaki ulusal ve uluslararası aktörleri de suçluyor. Sömürgeci veya kapitalist devletlerin Asya’daki faaliyetlerinden dem vurduğu örneklerle, emperyalist sömürü tarihi ile karbon ekonomisinin tarihini bir tutuyor. Bu haliyle Ghosh, kitabın ikinci ve üçüncü bölümlerinde tarihi ve politik bir eleştiri perspektifi de sunuyor.
Yazar aynı zamanda hegemonik ülkelerinin, servetleri ve güçlerini fosil yakıtlara borçlu olduğunu, bu sebeple de olası bir iklim adaleti seferberliğiyle bu güçten feragat etmek istemediklerini, yani statükoyu koruma çabasında olduklarını anlaşılır bir dille ortaya koyuyor. Bunun toplumda da karşılığı var tabii ki. Ghosh’tan aktaralım:
“Seçmenlerin önemli çoğunluğu, iklim değişikliği müzakerelerinin, ülkelerinin zenginliğinin yanı sıra dünyanın güç hiyerarşilerindeki konumunu değiştirme etkisine sahip olabileceğini muhtemelen anlıyor. İklim bilimine karşı direnmelerinin temelini oluşturan da bu olabilir.” (s.156)
Yazar bu noktada sorunun sadece kapitalizmde olmadığını, hatta kapitalizm “sihirli bir değnekle” yerini başka bir sisteme bıraksa/dönüşse bile hâkim olan siyasi ve askeri egemenlik düzeninin, yani imparatorluğun da iklim adaletindeki ilerlemelerin önünde engel olduğunu savunuyor. Bu noktada dipten gelen toplumsal hareketlerin önemine vurgu yapıyor.
Bu kitabı kimler okumalı?
Kitabı okumayı düşünenler için ufak hatırlatmalarımız olacak. Öncelikle Büyük Kaos, -yukarıda anlattıklarımızdan da anlaşılacağı üzere- bir roman veya uzun hikâye değil; ekolojik duyarlılıklara sahip bir yazarın kaleme aldığı kurgu dışı bir kitap. Buna karşın okurun anlama kapasitesini etkisiz hale getirecek didaktik bilgi bombardımanından ve suçsuz bireyleri suçlamaktan uzak duruyor.
Bunun yerine iklim değişikliği hakkında düşünülmeyenleri, kendi süzgecinden geçirdiği özgün düşünceleriyle, tarihi ve bilimsel bilgilerle destekleyerek ve edebiyatı da bunun sınırları içine alan, akıcı bir anlatım tarzıyla aktarıyor.
İrem Uzunhasanoğlu’nun çevirisiyle Timaş Yayınları’ndan çıkan Büyük Kaos, iklim değişikliğinin edebi, tarihi ve politik arka planlarıyla zihin açıcı bir okuma vadediyor. Konuya ilgisi olanlar kaçırmasın.