
Dile kolay, 60 yıldır tarım yapan bir ismi konuk ediyoruz Gastro Eko’da; Üç Elma Doğal Tarım’dan Hüseyin Genç. Aynı zamanda Doğal Besin, Bilinçli Beslenme Ağı’nın (DBB) da mensubu olan Hüseyin abi, “doğaya müdahale etmeden, kendi haline bırakarak” tarım yapmaya karşılık gelen Fukuoka Yöntemi’ni kullanıyor. Daha önce duymayanlar için bu yöntemin adı biraz enteresan gelebilir. Fakat Anadolu topraklarında tarım zaten yüzyıllardır böyle yapılıyordu. Ta ki endüstriyel tarım, 1950’lerden sonra gelip kimyasallarıyla zehir saçana kadar…
Çankırı’nın Yapraklı ilçesine bağlı Doğanbey Köyü’nde eşi ve kızıyla yaşayan ve üreten Hüseyin abi de buna karşı çıkıyor ve başka bir tarımın mümkün olduğunu gösteriyor. Kendisiyle çiçeği böceği, atalık tohumları, kadim Üveyik buğdayını ve tarımın, ırgatın durumunu konuştuk. Çiftçinin sıkıntısı büyük ama doğanın içinde tertemiz yaşamak ve doğayı koruyacak şekilde tarım yapmak, insana bu sıkıntıları hepten unutturuyor.
Söyleşi: Batuhan Sarıcan (info@gastroeko.com)
- Hüseyin abi, seni yoğun bir dönemde alıkoymuş gibi olduk; elinin toprağıyla bize zaman ayırdın, teşekkür ederiz. Mevsim nasıl geçiyor?
- Kötümser olmak istemiyorum ama iyi değil. İklim bizi çok zorluyor. Bitkiler ve yaşam alanları, uzun yıllar belli bir coğrafi, ısı ve ışık düzenini sürdürmüşler. Şimdi bu, insanın tetiklediği iklim değişikliği dediğimiz durumla bozuluyor. Bitkilerin buna ayak uydurması da herhalde uzun yıllar alacak.
- Kaç yıldır tarım yapıyorsun?
- Ben 66 yaşındayım, 6-7 yaşından beri elim toprağın içinde.
- Dile kolay, 60 yıldır toprakla iç içesin. Gençliğinden bugüne ne gibi değişiklikler gözlemliyorsun?
- 1970’lerden bugüne arada çok büyük bir zaman dilimi yok aslında ama farklar çok açık. O dönemlerdeki yağış grafiği ile bugünkünü kıyasladığınızda bile farkı görüyorsunuz. Benim çocukluğumda insanın beline kadar gelen kar bugün 5-10 cm tutuyor. Bir iki yıllık bir durum da değil bu, kaç senedir böyle devam ediyor. Bizim burada vadiden geçen bir çay vardı mesela, orada sular nereden baksan 50-60 cm dolu dolu akardı. Şimdi mart ayında bile kolumuz bacağımız kadar akıyor. Buradaki çeşmeler hep kurudu, su yok su! Ağaçlar artık ayakta duramıyor, kuruyor. İnsanın işi gücü doğanın ağacını kesmek, gölünü kurutmak, yol yapmak, baraj yapmak. Gidişat iyi değil. Bu da iklim mülteciliği denen olaya neden olacak. Bir ekmeği üç kişi paylaşırken on kişi paylaşmamız gerekecek. Çünkü yok! Kimse de umursamıyor. İnsanlar vurdumduymaz. Peki kaç kişi var sistemin dışına çıkabilen? Kaç kişi var karbon salımını dert eden? Dünya vurdumduymazların dümeninde gidiyor.

- Japon filozof-çiftçi Masanobu Fukuoka, “Ekin Sapı Devrimi” kitabında toprağa ve bitkilere en az müdahaleyle üretim yapılmasını öneriyordu. Sen de bahçende 2000’den bu yana Fukuoka Tarım Yöntemi’ni kullanıyorsun. Bize bu yöntemden bahsedebilir misin?
- Fukuoka Yöntemi en basit ifadeyle şudur: Doğaya müdahale etmeyeceksiniz; ağacı kesmeyeceksiniz, börtüyü böceği öldürmeyeceksiniz, suya toprağa zarar vermeyeceksiniz. Kendi haline bırakırsanız zaten o her şeyle başa çıkıyor. Mesela Dicle, Fırat veya Kızılırmak, bunlar temiz kaldıkça, kendi halinde kaldıkça bizi besliyordu; biz gençliğimizde kaç kiloluk tatlı su balıkları görürdük şehir kenarındaki nehirlerde, çaylarda; çevresinden yenebilir otlar fışkırırdı. O suyla bahçe bile düzgün bir şekilde sulanabiliyordu. Toprağa, suya ve havaya müdahale ettikçe bunlar hep yoksunlaştı. Bu felsefe de buna karşı olarak “doğayı doğaya bırakan” bir üretim anlayışını benimsiyor. Fukuoka felsefesi, “doğa, insanın yaşayabileceği kadarını veriyor” der, insanın müdahaleci olduğu zaman sıkıntı yaşadığını söyler. Bu da para hırsından oluyor. Yoksa doğa zaten hepimizi besler. Yeter ki rahat bırakılsın.
- Şimdi birçok okurumuz, bahçeyi olduğu gibi bıraktığımızda, daha doğrusu müdahale etmediğimizde böceklerin gelebileceğini, verimin düşebileceğini düşünebilir. Doğaya saygı duyarak üretim yapan çiftçilere de hep “Kimyasala dayalı gübre, pestisit, fungusit vb. kullanmazsanız verim düşük olur” gibi bir dayatma yapıldığını hepimiz biliyoruz. Buna karşı neler söylemek istersin?
- Bir kere şunu söylemek isterim: Bu canlılar zararlı değil, doğaya bir geliş nedenleri var. İstilacı türlerden bahsedersek onları yaratan da insan, siz doğanın dengesini bozmasanız o istilacı tür olmazdı ki. Verim konusuna gelirsek de bırakın verim düşük olsun! Hem verim dediğimiz şey görece bir şey; neye göre düşük? Endüstriyel tarıma göre düşük olur evet. Laboratuvarda genetiğiyle oynadığınız tohumla (GDO) ve kimyasal ilaçla üretilmiş üründe dönümde 600 kilogram alırsın, atalık tohumda bu 300 kiloya, hadi en kötüsü 150 kilograma düşer. Ama o 600 kilogramlık ürünün size sağlık açısından bir faydası olmaz; açlığınız gider, sizi şişirir ama sağlık sıhhat kaybolur. GDO’lu tohum, toprağa hastalığıyla birlikte gelir. O hastalığı tedavi etmek için de fungusit, pestisit dediğimiz kimyasalları üretip satıyorlar. Ayrıca üründe tonajlarca verim alındığı zaman karbon ayak izi artırıyor. Bizim az ve öz ama temiz gıdaya ihtiyacımız var. Temiz gıdaya erişen insan hasta olmaz. İnsanı hasta eden koşullar ortaya çıkmaz. Bir elma ağacı, doğaya nasıl uyum sağlayacağını herhangi bir insandan daha iyi bilir. Çünkü yüzyıllardır orada yetişiyordur; çevresini bilir, ne kadar elma taşıyacağını bilir, hatta üzerine ne kadar börtü böceğin geleceğini de bilir. Bu böcek konusunda da hep bir çekince var. Bırakın yesin canım ağacın meyvesini, ne olacak o kadar, kaç tanesini yiyecek ki. Bir iç kurt olduğunda mesela 3-5 tanesini yiyor, ağaçtaki beslenme dengesini sağlıyor. Bunu böyle düşünmek lazım. Bakın size çok basit bir örnek vereyim; bir elma ağacını ilaçlarsanız fazla sayıda elma dalda durur. Durduğu zaman da ağaç onu besleyemez. Bir annenin ikiz evladına yetecek sütü varken beşiz doğursa onu besleyebilir mi? Besleyemez. Meyve de ilaçlanınca zehir küpü oluyor. Bu yüzden nitelikli 300 kiloyu, sağlıksız 600 kiloya tercih etmek gerekiyor.
- Neler var bahçende?
- Ne ekersen onu yetiştirirsin. Her şeyi yetiştirme ve yüksek verim alma peşinde değiliz. Geleneksel olarak ne yetişirse o var. Örneğin buğday, elma, armut, ayva ve üzüm var şu an. İnsanın gereksinimlerini karşılayabilecek ne varsa hepsi de yetişiyor. Coğrafyaya uygun yetiştiriyor, beslenmemizi de ona göre ayarlıyoruz. Bilmem hangi kıtadan gelen bir meyve yerine yerel olanı yiyor, koruyoruz.
- Ne kadar mahsul alıyorsun?
- Yani şu kadar alırım diyemiyorsun. O dönem bitti artık. Bir bulut veya dolu geliyor, alanınızı mahvedip gidiyor. Kar yağmıyor artık, toprak kuru.
- Sence atalık ve yerli tohum kullanmak neden önemli?
- Bir kere ondan alacağınız mahsul size can verir, sağlık ve sıhhat verir. Kolay kolay hasta olmazsınız. Doğaya zarar vermemiş, aksine sahip çıkmış olursunuz. Doğayı koruduğunuzda temiz su içersiniz, temiz hava alırsınız, temiz toprakta yaşarsınız. İşte bütün mesele bu. Bir insan temiz su içer, temiz hava alır ve temiz toprakta yaşarsa hasta olur mu?
- Atalık ve yerli tohumun, mevsimsel-iklimsel açıdan daha dayanıklı olduğunu düşünüyor musun?
- Tabii ki! Çünkü o tohumlar, yüzyıllarca oradaki koşullara göre güçlenmiş, kuvvetlenmiş. İnsan ve hayvanlardaki bağışıklık sistemi gibi düşünün, güçleniyor. Ancak atalık tohumlarda da sıkıntılar başlıyor artık. İklim değişikliği nedeniyle alışageldikleri ve kendilerini güçlü kıldıkları koşulların değiştiği bir periyottalar. Tohumlar çığlık atıyor! Doğa çığlık atıyor! Ama bunun çözümü de laboratuvar tohumları değil, çünkü onlar doğadaki dengeyi bozuyor.

- Atalık buğday demişken sen Üveyik buğdayına çok önem veriyorsun. Bu buğdayın geçmişi Hititlere kadar dayanıyor sanıyorum. Bu buğdayı diğerlerinden ayıran nedir?
- Üveyik buğdayı sert, durum buğdayı. Enzim açısından yüksek niteliğe sahip bir buğday. Bu coğrafyanın en üstün buğdayları; besin değerinin yüksekliği başta olmak üzere bulunduğu coğrafyaya uygunluğuyla (iklimsel farklılıklara ve hastalıklara karşı dayanıklılığıyla) öne çıkıyor. Hem yurtiçi hem de yurtdışındaki üniversitelerin bu konuda bilimsel çalışmaları var, benim bu konuda bir şey söylemem doğru olmaz ama şöyle bir örnek verebilirim. Bundan iki yıl önce Almanya’ya gitmiştim. Üveyik buğdayından yapılan 700 gramlık bir ekmek 12-13 Euro’ydu. Yanında aynı gramajdaki normal ekmekler 75 cent civarındaydı.
- Küçük çiftçi ailesi olarak yaşadığınız zorluklar neler?
- Küçük çiftçi diye bir şey kalmadı ki! Dünya Bankası verilerine göre, Türkiye’de kırsalda yaşayan nüfus %25’in altına düşmüş durumda. Çiftçilerin yaş ortalaması 65 civarında. 30’lu yaşlarda çiftçi yok! Bir kere her şey çok pahalı. Başta da enerji. Enerjiyi ucuzlatmadığınız sürece tarımın gelişmesi, kırsal kalkınma çok zor. Sonra su parası var; ben ayda 500 TL’ye yakın su parası, 300 TL de elektriğe veriyorum. Mazot desen almış başını gidiyor. Bir de üstüne girdi maliyetleri var. Bazı tarım yazarları ne güzel anlatıyor bizi ama durum öyle değil. Biz sıkıntı içindeyiz.
- Devletin, çiftçiyi yeterince desteklediğini düşünüyor musun?
- Çiftçilik ve hayvancılığa destek istenen düzeyde değil. Kulaktan dolma değil göz görüyor bunları. İtirazı olan varsa kendisine en yakın köye gitsin bir konuşsun bakalım çiftçiye destek yeterli düzeyde mi? Sonra bir baksınlar bakalım kolay kolay bulabilecekler mi genç bir çiftçi? Hal böyleyken çiftçiliği tercih etmez ki gençler.
- Sence neden?
- Bir insanın sosyal güvenliği olması lazım değil mi? Bunun da bir maliyeti var, en düşük 1.000 TL. 12 ayda etti 12.000 TL. Sorun bakalım kaç çiftçi iyi para kazanabiliyor da sosyal güvenliğini ödeyebiliyor. Ben 66 yaşındayım, eşim 63 yaşında. Ben emekliyim, eşim de sosyal güvence açısından benden faydalanıyor. Bir de kızım var. Üçümüz de sosyal güvencesiz olsaydık ayda 3.000 TL sosyal güvenlik ödemesi yapmamız gerekirdi. Yılda 36.000 TL eder. Bir çiftçi aile nasıl ödesin bunu? O yüzden de genç insan, ben şehirde hamallık yaparım da bu işi yapmam diyor. Nasıl yapsın ki! Al işte bir de yangınlar çıktı, çiftçinin serasıydı hayvanıydı, o kadar yatırımı gitti. Vatandaş da belirsizlikten korkuyor, kırda çiftçilik yapmak yerine kente gidiyor. Beni geçen sene Yunanistan’a çağırmışlardı, gittik gördük ki adamlar çiftçisine hayvancısına dünyanın parasını akıtıyor ki kente yığılmasın vatandaş, üretim yapsın.
- Madem bu kadar sıkıntı var, sana bu sıkıntıları unutturan ne oluyor?
- Ben doğayı seviyorum. İyi beslenmeyi, temiz havada yaşamayı, temiz su içmeyi seviyorum. Bundan keyif alıyorum. Yılanın gelip benim kovamdan su içmesi hoşuma gidiyor. Kuşlara yem atmak, börtü böceğin sesi beni mutlu ediyor. Ürünlerimi paylaştığım dostlarım var, bir araya gelip sohbetler ediyoruz. Yastığa başımı koyduğum gibi uyuyorum, sabah 6 gibi zinde kalkıyorum. Uykusuzluğum yok, kafa problemim yok; yani sağlığım yerinde. Daha ne isteyeyim ben? Bunlardan daha güzeli var mı?
- Ürünleri tüketiciye ulaştırmakta sorun yaşıyor musun? Faaliyetleri Çankırı’dan yürütmek zor olmuyor mu?
- Faaliyetleri buradan yürütmek hem maddi olarak zorluyor bizi hem de paylaşım yaptığımız dostlarımız daha çok Ege ve Marmara bölgesinde. Buradan gönderdiğimiz ürün 11 saat yol gidiyor. Hem buna bir çözüm olarak hem de karbon ayak izimizi en aza indirmek için lojistik faaliyetlerimizi Seferihisar’dan yönetmeye başlayacağız. Toptan, tek seferde götürüp de oradan dağıtım yapmak daha iyi olacak.

- Üç Elma Doğal Tarım olarak faaliyet yürütüyorsunuz. “Üç elma” ismi nereden geliyor?
- Elma sevgisi vardır bende. Elmanın güzel karşılıkları var hikâyelerde, bu beni çok etkilemiştir hep. Mesela eskiden iletişim kurmak bu kadar kolay değildi. Sevgililer elmayı dişler gönderirmiş. Böyle anlamları var. Bir de elmalar doğal olarak üçerli üçerli oluşur ağaçta. Biz de üç kişiyiz; ben, eşim ve kızım. Üç elma buralardan geliyor.
- Bir de atölye çalışmalarınız oluyor galiba. Onlardan da bahsedebilir misin?
- Özellikle çocuklar, gençler ve kadın üreticilerle çok güzel atölye çalışmalarımız oldu. Börtüyü böceği, tohumu konuştuk. Arazideki zorluklardan bahsettik, güzel paylaşımlarda bulunduk. Ancak şu iki yılda pandemi bizi sekteye uğrattı.
Not: Kapaktaki fotoğrafı kullanmamıza izin verdikleri için Yemek Yolculuğu‘na teşekkür ederiz.
Ülkemde doğal üretim aşığı böyle güzel insanların olması mutluluk verici. Hele hele bu insanın benim memleketim, yakın köyümde olması ise tarifsiz mutluluk.
Doğaya ve insanlığa kattıkların için çok teşekkürler “Hüseyin Genç” abi.